11 Aralık 2009 Cuma

TOMRİS HANIMA MEKTUPLAR - 28

HAZANDA ÖLMEK YA DA BİR KÖYÜN BİR NESLİNİN DEĞİŞİMİNE TANIK OLMAK
Dingin bir sabaha uyandım. Yüzümü yıkayıp bahçeye çıktım. Som bir sessizlik ve huzur hâkimdi havaya. Yeni doğmakta olan güneş pus perdesini yırtmaya çalışmakta ama henüz güçsüz. Kalın bir tül perde gibi pusun ardından yumuşak bir ışık kaplıyor çevremi. Ayırtını yapamadığım bir iklimde hava; insanı ısıtan tatlı bir sıcaklık mı yoksa insanı serinleten tatlı bir serinlik mi? Uzaklarda Eğlenhoca’nın pus ardındaki zeytinlerinin arasından ince bir duman tütmekte.
Sonbaharın renklerine boyanmış şeftali ve yediveren incir ağacının zamanı dolan yaprakları birer birer düşmekte toprağa. Toprağa ulaşan her yaprağın çıtırtısı ayrı ayrı duyulmakta som sessizlikte. Arada bir hafif bir esinti dökülen yaprakları bir hışırtı ile önüne katıp sürüklemekte…
Karşımda, değirmen tepeyi kaplayan çamların arasından bir hüthüt ötmede arada, bir başka hüthütte ona cevap vermekte. Her tarafta som bir sessizlik ve dingin bir huzur hakim.
Sessizliği cami hoparlörünün cızırtısı bozuyor. Hocanın sabah mahmuru sesi, sessizliği bozuyor.
- Essalatü….
Çocukluğumdan beri her salayı hüzünle dinlerim. Hele mevsim hazansa daha bir yoğun olur hüzün. Çocukluğumdan beri her salayı sonuna kadar dinlerim. Çünkü hoca sonunda söyler kimin öldüğünü. Bu kez sonunu beklemedim ama, çünkü sonunu biliyordum. Cemal Ağa’nın selasıydı büyük ihtimal. Daha dün akşam konuşmuştuk köy kahvesinde Yüksel abiyle, İltan Abiyle. Bir süredir hastaymış, yoğun bakımdaymış, görenler durumu ağır, hastaneden çıkmayabilir diyorlarmış.
Sala bitti, doğruymuş, vefat eden Cemal Ağaymış.
Bir köyün bir neslinin değişimine tanık oluyoruz burada. Önce Tıratacı Mehmet Dede, ardından doksanında zona çıkarınca duyduğu acıya rağmen terliğini sürüyerek zeytine giden “- tam yaşayacağım zaman bu illet yakaladı.” Diyen Fatma Nineyi, daha sonra Fatma Ninenin kızı Perihan Teyzeyi, onun ardından Mehmet Amcayı toprağa verdik. Yaş ortalaması yetmişin üzerindeki İnecik Köyünde bir nesil değişiyor.
Cenaze musalla taşında. Cami avlusunda yoğun bir yeis. Birisi sesleniyor hacı takkeli kara sakallı bir ihtiyara “- Hacı dayı kime takılacan bakalım artık.”, bir diğeri yekdiğerine soruyor “ – sekseninde var mıydı?” , Yekdiğeri hesap yapıyor, “- Yirmiikiliydi rahmetli eh hesaba vurursan seksen yedi oluyor.”
Hoca efendi çıkıyor camiden; cemaate sesleniyor.
“ – cemaat saf tutalım”
Uyduk imama erkişi niyetine. Namaz bitiyor, hoca efendi soruyor cemaate:
“- Merhumu nasıl bilirdiniz?”
Herkes yek cevap
“- iyi bilirdik”
Hakkınızı helal ediyor musunuz?
Yek cevap
“- Helal olsun “
Hazan da kabullenmek kolay ölümü, sararan yapraklar bir bir düşerken toprağa hele ölen de sonbaharındaysa yaşamın; hazanda kabullenmek kolay ölümü

TOMRİS HANIMA MEKTUPLAR - 27

SEVMEK ÜZERİNE

Bir süre önce internette takip ettiğim bir sitede “Sevmek nedir? “ diye bir forum başlığı açıldı. Değişik görüşler yazıldı çizildi. Kimisi eften püften, genel geçer satırlardı, kimileri daha ciddiye alan yazılardı. Örnek;

“...öyle kolay mı herkese seni seviyorum demek...Bence sevmek karşındaki insanı sıkmak boğmak değil ona saygı duymaktır. Sevmek güvenmek güvendiğini karşındaki insana hissettirmektir. Neden anlamayız birbirimizi neden kusurlarımızla birlikte sevmeyiz anlamıyorum. Bana göre sevmek sevdiğimizi "bize göre kusur sayılan "her şeyiyle kabul etmektir. “

“Sevmek, karşındaki insana ya da her hangi bir şeye kendini teslim etmektir.”

Bir katılımcı da yıllar öncesinde, üniversite yıllarında kalan, şimdi ismini bile hatırlamadığı sevgilisinin doğum gününde verdiği hediyenin içinden çıkan ve bugüne kadar sakladığı satırları alıntılamış.
“sevmek, farkında olmaksa yaşadığının…
Sevmek. Bakmak değil görmekse eğer…
Aklın baştan gitmesi değil,
Duymak ve bilmekse eşit olarak…
Yemeden, içmeden kesilmeden
Çoğalmaksa sevmek eksilmeden.
Çağına tanıklık ederek
Ve kahrolmadan arabeske inat,
İçi içine sığmamaksa…
Bir coşku, bir şenlik, bir erdemse sevmek…
İnsanları, kuşları, çocukları unutmadan
Şarkı söylemekse sarhoş olmadan.
Verem olmamaksa sevmek senin aşkından…
Daha sağlam basıyorum toprağıma.
Unutmak, şaşkınlık, azap değilse
Bilinç, öğreti ve sevinçse
Paylaşılan bir ekmek gibiyse sevgi…
Seni seviyorum. “
Bence, bu alıntı benim anladığım anlamda sevgiye yanıt vermiş.Saygı, psikolojik açılımında sevgi + korku, iki komponent içerir. O nedenle Anne, baba, öğretmen, amirimize saygımız vardır. Yani onları hem severiz hem de onlardan korkarız. Ama bir diğer insana, çiçeğe ya da hayvana duyduğumuz sevgidir, -kaybetme- dışında korkuyu içermez, karşılıksızdır, çıkarsızdır, koşulsuzdur. Tabii ki karşılıklı olursa tadından yenmez.Aşk ile sevgi farklı duygulardır. Aşk içinde ihtirası barındırır, ayakları yere basmaz, gözü karadır. Sevgi ise, daha sağlam, ayakları yere basan, aklıselim bir duygudur. Aşkla başlayan evlilikler, bir süre sonra (5-10 yıl, ortalama 8 yıl) aşk bitince; eğer bu süreç içinde sevgi geliştiyse uzun yıllara varan, gümüş ve elmas yıllara uzanabiliyor. Eğer sevgi yoksa aşk bitince evlilikte bitiyor.Sevgi, teslimiyet değildir hiçbir zaman. Sevgi tam tersine kişiliğini yitirmemektir. Karşındakini kişiliğinle ve kişiliğiyle sevmektir.Sevgi sadece sözcüklerle ifade etmekte değildir. Elbet zaman zaman bunu karşımızdakine dillendirmek güzel olabilir ama altı boş sözcükler bir süre sonra anlamını ve değerini yitiriyor. Ona ya da onlara ( kastım diğer canlılardır, çiçekler, hayvanlar vb) sevgimizi davranışlarımızla, vücut dilimizle, gözlerimizle anlatabilirsek, bu; sözcüklere göre da gerçek, daha samimi daha anlamlı geliyor bana.Siz ne dersiniz?

TOMRİS HANIMA MEKTUPLAR - 26

YAŞAM SEVİNCİ ÜZERİNE

Sevgili Tomris Hanım,

Dün gece uzun yemek masasında karşımda oturuyordunuz. Yüzünüzdeki dolunay ışıltısı ve gri- yeşil gözlerinizdeki yaşam coşkusu ve neşe beni yıllarca geriye götürdü.
1982 yılının yazıydı. Mezun olmadan bir önceki yaz. Zorunlu hizmet yasası yeni çıkmış ve ilk olarak 1982 mezunları Anadolu’nun yolunu tutmuşlardı. Ve onlardan gelen haberler iç karartıcıydı. Erkeklerin çoğu yolu, suyu hatta elektriği olmayan köy sağlık ocaklarındaydılar.
Bir yıl sonra aynı kader bizi bekliyordu. Bu son yazımızı iyi değerlendirmeliydik.
Ağustos ayının son günlerinde sırt çantamızı hazırladık, çadırımızı yüklendik ve Üçkuyulardan bizi alacak kamyonu beklemeye koyulduk. Arkadaşım Fikret’in eniştesi Karaburun ilçesinin Parlak Köyünde Tarım Kredi Kooperatifinin müdürlüğünü yapmaktaydı.
Kababurunun ve Badem bükünün doğal güzelliğini ve bakirliğini anlata anlata bitiremiyordu.
Biz de tam zamanıdır diye Nazım Eniştenin İzmir’e malzeme almaya gelmesini fırsat bilerek çadırımızı, sırt çantamızı kamyona atıp, yolara vurduk.
Bugün Badem Büküne çadırımızı kurduğumuzun ikinci günü. Gecenin ilerlemiş saatleri. Günün tüm yorgunluğuna rağmen uykum yok, uyku tulumunda sırtüstü uzanmış gökyüzünü ve yıldızları seyrediyorum. Gökyüzünü hiç bu kadar net, yıldızlarıda bu kadar çok ve yakın görmemiştim. Milyonlarca göz kırpan minik kandil gibiydiler Gecenin sessizliğinde yalnızca dalgaların geniş kumsalı okşayan sesi ve dalgalarla yuvarlanan minik çakıl taşlarının sesi ile otları yiyen çekirgelerin çıtırtıları duyuluyordu. Her şey ve her yer huzur doluydu.
Benim kafamın içi ise huzursuzdu. Sabah erken saatlerde çevreyi keşfe çıktık, cami zeytinlerinin aralarından tepeye doğru tırmanmaya başladık. Hedefimiz 1922 yılında Rumların terk ettiği Sazak Köyü idi. Yol, iz kalmadığı için kendi çizdiğimiz ve doğanın bize gösterdiği yolu izliyorduk. Zaman zaman keçilerin bile tırmanmakta zorlanacağı yamaçların teraslandığını ve muntazam aralarla dikilmiş bağ kütüklerini görüyorduk İnsanlar yürümenin ve tırmanmanın bile neredeyse imkansız olduğu yerlere bağ dikmişler, eşeklerle buralara su taşıyıp sulamışlar üzüm yetiştirmişler, bu üzümlerden şarap yapmışlar, bağbozumlarında ve düğünlerinde içip, şarkılar söyleyip dans etmişler.. Muhtemel ki onların yüzü de seninki gibi ışıldıyordu ve gözleri yaşam coşkusu ile çakmak çakmaktı.
Oysa dün köyde gördüğüm yanık tenli kavruk yüzlü insanların gözlerinde bu neşe bu parıltı yoktu. Sanki bir şey gözlerindeki feri almış yerine hüznü ve bıkkınlığı koymuştu. Bir beklentileri yoktu yaşamdan. Günlük gailelerle boğuşuyorlar ve zamanı tüketiyorlardı. Bu bıkkınlıkla verimli bağları bile kaderine terk etmişlerdi. Ne olmuştu bu insanlara?
Bir yıl sonra Kars’ın Susuz ilçesi Yolboyu köyüne zorunlu hizmete giderken yanımda hüzün ve bıkkınlık yerine, o imkânsız sanılan yamaçlara bağ diken, üzüm ve şarap üreten insanların coşkusunu ve yaşam sevincini götürdüm ve valizimde nice güzel anılar ve dostluklarla geri döndüm.
İşte Tomris Hanım, dün gece senin gözlerinde gördüğüm pırıltılar beni yıllar öncesinin anılarına ve duygularına taşıdı. Dostlukla. Şubat 2006

TOMRİS HANIMA MEKTUPLAR - 25

THE LONG HOT SUMMER (*)


Sevgili Tomris Hanım,

Televizyonun tek kanal ve siyah beyaz olduğu dönemde oynayan bir TV dizisiydi, The long hot summer. Konusunu şu an tam olarak hatırlamıyorum ama bas bariton bir sesin söylediği şarkısı hala kulaklarımda ve bana sıcak romantik yaz gecelerini anımsatıyor.

Ama sanırım yaşadığımız bu yazdan sonra bu şarkı bendeki anlamını yitirecek…

Gerçek anlamda zorlu, uzun, susuz ve sıcak bir yaz yaşıyoruz.
Küresel ısınma denen felaketin ön habercisi yağışsız bir kış mevsimin ardından, mevsim normallerinin 3 – 4 derece üzerinde olan çok sıcak, barajların doluluk hacminin % 20 lere ve daha aşağısına düştüğü, ürünün tarlada yandığı, orman yangınlarıyla ciğerlerimizin yandığı bir yaz yaşıyoruz.

Doğal gaz çalışmaları nedeniyle ara sokaklardan ana caddelere kadar kazılan ve kapatılmayan hendekler dolayısı ile toz toprak içinde bir yaz yaşıyoruz.

Metro ve alt geçit çalışmaları nedeniyle yolların kapatıldığı, değişen güzergâhlar ve yoğunlaşan trafik nedeniyle yirmi dakikada ulaştığımız işyerine bir saatte ulaşamadığımız ve sinirlerimizi zorlayan bir yaz yaşıyoruz.

Hastanemizdeki güçlendirme ve yenilenme nedeniyle bir enkaz yığını ve toz toprak içinde, ağustos böceği seslerinin yerini kompresör seslerinin aldığı zorlu bir yaz yaşıyoruz.

Cumhurbaşkanını seçememiş bir meclisin ardından yaz ortasında önümüze konulan ve sonu sürprizlerle dolu bir seçim, siyasi tansiyonun giderek yükseldiği bir yaz yaşıyoruz.

Bilgi ve iletişim çağında yaptıkları sınavların sonuçlarını doğru dürüst değerlendiremeyen kurumların yarattığı OKS ve ÖSS kaosu ile çocuklarımızın geleceğini belirsizleştiren bir yaz yaşıyoruz.

Evet, Sevgili Tomris Hanım, bu kadar zorlu, sıcak ve uzun bir yaz yaşarken o şarkı bendeki romantik anlamını yitiriyor. Ve sadece uzun, sıcak, susuz ve zorlu bir yazı çağrıştırıyor.
Dostlukla kal.

(*) Değerli dostum Dr. Taşkın ALTAY’A

TOMRİS HANIMA MEKTUPLAR - 24

TOMRİS HANIMA MEKTUPLAR
O’ NU ANLAMAK
O’nu anlamadık Sevgili Tomris Hocam,
O’nu anlatamadık da.
Üst üste savaşlardan çıkmış, yorgun, yılgın, yoksul ve cahil bırakılmış milletin anlamasını da bekleyemezdik zaten. Biz anlatmalıydık.
Kanla irfanla kurulmuş bir Cumhuriyeti, bu Cumhuriyetin erdemlerini, muasır medeniyetler seviyesine çıkmanın gerekliliğini O, birebir anlatmaya çalıştı halkına. Ta ki 1938 yılının 10 Kasımına kadar.
Ama sonrasında biz anlatamadık O’nu, O’nun ideallerini.
Önce elit/bürokratik kadrolar uzaklaştı halktan. Halkın değerlerini, beklentilerini anlayamadılar. Sonra Yakup Kadri’nin Yaban’ındaki gibi sarıklı, ak saçlı, aksakallı hocalar girdi kutsal korkularına, cehennemi gösterdiler.
O’nun mirasçıları tabandan gelmeyen bir devrimi anlatamadılar.
14 Mayıs 1950 seçimleri, kuşkusuz, büyük bir halk hareketiydi. Halk kendi kaderine sahip çıkmış ve elit/bürokrat iktidarına son vermişti. İktidara karşı oy veren halk, Cumhuriyet’e ve onun devrimlerine karşı oy vermemiştir. Ancak, seçimin galibi, halkın iradesini, planlı bir şekilde, Cumhuriyet devrimlerine karşı yönlendirme politikası uygulamıştı. O’nu anlamadık. Yalnızca andık O’nu.
O, memleket meselelerini tartışırken bile akşamları bir kadeh rakısını içerdi; biz yıllarca 10 Kasımlarda meyhaneleri kapattık.
O, Safiye Ayla’yı dinlerdi, Rumeli türkülerini söylerdi; biz yıllarca 10 Kasımlarda gazinoları kapattık.
O, “Sanatsız kalmış toplumun yaşam damarlarından biri kesilmiş demektir.” Derdi; biz yıllarca 10 Kasımlarda Operaları, Sinemaları kapattık.
O, “ Beni görmek behemehal yüzümü görmek demek değildir…” derdi biz yıllarca 10 Kasımlarda her köy meydanına, her okul bahçesine, hastane koridorlarına O’nun büstünü diktik, kasımpatılarıyla süsledik, Ata yakalı, kolalı gömlekler giyip nutuklar attık.
O’nu andığımızı, O’nu anladığımızı sandık. Ama O’nun istediği “…Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir.” Sözündeki kadar basitti.
O’nu anlamadığımız gibi devrimlerine karşı girişilen karşı devrimleri de anlamadık.
Artık O’nu anlamanın ve anlatmanın yolu, halkımızın bir diğer kutsalı şehitlerimize sığınmak, onlardan yardım istemek. Onlar ki bu Cumhuriyeti kurmak için O’nunla beraber ateşe göğüslerini siper ettiler.

Onlar ki Kuvay-ı milliye şehitleri
Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri,
mezardan çıkmanın vaktidir!
Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri,
Sakarya'da, İnönü'nde, Afyon'dakiler
Dumlupınar'dakiler de elbet
ve de Aydın'da, Antep'te vurulup düşenler,
siz toprak altında ulu köklerimizsiniz
yatarsınız al kanlar içinde.
Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri,
siz toprak altında derin uykudayken
düşmanı çağırdılar,
satıldık, uyanın!
Biz toprak üstünde derin uykulardayız,
kalkıp uyandırın bizi!
uyandırın bizi!
Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri,
mezardan çıkmanın vaktidir!
Nazım, 1959

TOMRİS HANIMA MEKTUPLAR - 23

KURBAN ÜZERİNE


Sevgili Tomris Hanım,
Çocukluğumun bir dönemi Agora’nın bulunduğu Namazgâh semtinde geçti. İlkokul ikinci sınıfa kadar Agora, Dönertaş, Tilkilik, Patlıcancı yokuşu ve Mumcu sokaklarında koşturdum. Daracık dik yokuşlar ve iki katlı eski Rum ve Türk evlerinden oluşan bir semtti. Müstakil evlerdeki yaşamdan dolayı komşuluklar ve dostluklar bir başkaydı. Acılar ve sevinçler ortak yaşanırdı. Bayramlarda öyle… Bayramlar bir başka gelirdi bizim mahallemize. Evlerin dışı ve içi boyanır, temizlikler yapılır, kapı önleri çalı süpürgelerle pırıl pırıl yıkanırdı.

Kurban Bayramları daha bir telaşlı geçerdi. Evlerin bahçelerinde kurbanlıkların bağlanacağı yerler hazırlanır, otu, yemi alınır, su kapları hazırlanırdı. Bayram namazının bitimine kadar kurbanlıklara özenle bakılır ve adeta misafir muamelesi yapılırdı.
Günler öncesinden kurbanlık koyun sürüleri gevrek melemeleri ile Pazaryerindeki yerlerini alır, havayı ot ve koyunların o kendine özgü kokusu sarardı. O postlarına rengârenk boyalar sürülmüş koyunların arasında gezinmek ayrı bir keyifti. Bayram namazının ardından herkesi bir telaş sarar, bahçelerde kurbanın kanının akıtılacağı çukurlar kazılır, bıçaklar bilenir, yüzmek için kurbanın asılacağı çengeller hazırlanır, kasap veya işin ehli olan yetişkinler tarafından tekbir sesleri arasında bir tören havasında kurbanlar kesilirdi. Kan kokan bu telaşın ardından mahalleyi keskin bir kavurma kokusu sarardı. Akşama doğru havadaki koku yine değişir ve parkın köşesindeki kömürcünün yanına yerleşmiş tütsücü bir yandan ayağı ile ateşi körükler diğer yandan yüzülmüş boynuzları kırılmış kelleri sırayla tütsülerken çıkan koku havayı doldururdu. Diğer bir köşede Türk Hava Kurumunun gün boyu topladığı deriler tuzlanırken onun hemen yanında barsakları toplayanlar içlerini temizleyerek kangal halinde bir köşeye yığarlardı. Her şey kurbana ve birbirine saygılı bir şekilde bir tören havasında geçerdi. Erken inen akşamla birlikte herkes evine çekilirdi.

Müstakil, bahçeli evlerin yerini çok katlı apartmanlar aldıktan, parkların yerine beton atılıp otoparklar yapıldıktan sonra ve ucuzcu ve kolaycı günübirlik yaşam tarzı hâkim olduktan sonra, nemelazımcılık ve bencilliğin ön plana çıkmasıyla kısacası 1980’lerden sonra Kurban Bayramlarının anlamı ve törenselliği kayboldu artık. Ritüeller ve kurbana saygı ortadan kalktı. Kutsal olması gereken kurban kanı oluk oluk asfalt yollarda ayaklar, otomobil tekerleri altında akıyor. İşi bilmeyen sözde kasaplar tarafından hiçbir dini ritüel uygulanmadan ve baştan savma bir şekilde kurbanlar birbirinin gözü önünde adeta işkence yapılarak kesiliyor. İşkembeleri, barsakları, sakatatları gelişigüzel çöp bidonlarına ya da kaldırım kenarlarına atılıveriyor. Esası varlıklı ile yoksul arasındaki sosyal dayanışma olan kurban eti ya al gülüm ver gülüm şeklinde dağıtılıyor ya da hiç dağıtılmadan buzdolabına kaldırılıyor. Hac sırasında kutsal topraklarda kesilen binlerce kurban saklama koşullarının yeterli olmaması nedeniyle Afrika’da onlarca insan açlıktan ölürken telef edilip toprağa gömülüyor.
Evet Sevgili Tomris Hanım, her geçen gün anlamından ve amacından uzaklaşan ve sosyal ve dini bir ritüel olmaktan çıkıp katliama dönüşen Kurban Bayramlarına bakıp ‘-Nerede o eski bayramlar ‘ demekten başka bir şey gelmiyor elimden.

Kurban Bayramın kutlu olsun. Dostlukla.

TOMRİS HANIMA MEKTUPLAR - 22

KÖTÜ RUH

Sevgili Tomris Hanım,

Aslında onlara daha önce de rastladım. Mecburi hizmetimi yaptığım Kars’ın Susuz ilçesinde de, bu ilçenin köyü Uzunzaim’de de, askerliğimi yaptığım birlikte de, çalıştığım başka birimlerde de. Ama itiraf edeyim ki bu kadar dirençli ve saldırgan değillerdi.

Onlar, olumsuz şartlarda yoktan var etmek için çabalayan insanlara hep şüphe ile baktılar. Bu insanlara destek veren ve elini taşın altına koyan diğer insanları da yalakalıkla suçladılar.

Onlar mesleki ve insan ilişkilerindeki başarısızlıkları nedeniyle, bu ülke için hiçbir katma değer üretemediler. Katma değer üreten, başka insanlara iş ve ekmek olanağı sağlayan, kazancıyla vergisini veren insanlara hep hırsız damgası vurdular.

Onlar, aldıkları maaştan kesildiğini iddia ettikleri ama aslında hiçbir zaman ceplerine girmeden devletin sağ cebinden sol cebine koyduğu sanal vergilerle övündüler. Bu ülkede üretim yapmak için yatırım yapan, gelir vergisini, KDV sini, yanında çalıştırdığı işçinin stopajını ödeyerek devlet bütçesine gerçek anlamda katkıda bulunan girişimcileri vergi kaçakçısı, potansiyel hırsız gözüyle gördüler.

Sanki ülkede işsizlik oranını bilmiyormuş gibi çalışmayıp, üç kuruş aile yardımı alan ev hanımı eşleri ‘ Yan gelip yatmakla ‘ suçladılar.

Onlar daha ileri gidip sosyal devlet olmanın gereği evlenmemiş ve iş bulamamış kızlarımızın 25 yaşına kadar ebeveynlerinin sosyal güvenlik şemsiyesinden yararlanabilmelerini bile çok gördüler.

Onlar gericilikle mücadele için dinde reform ve aydınlanma yerine, Atatürkçülük ve Kemalizm arkasına saklanarak baskıcı rejimlerdeki gibi tek tip insan modeli yaratma yolunu seçtiler. Entelektüel ve aydın insanları sakalları 657 sayılı kanuna uymuyor diye idari otoriteye şikâyet ettiler.

Çevremize baktığımızda onları tanımak çok kolay. Hemen hemen hepsi kara kuru, kavruk, asık yüzlü insanlar. Onlara göre kavruk olmalarının nedeni Osmanlı’nın yılarca süren savaşlarda Anadolu insanını kullanmaları, babayiğit ve yakışıklıların savaşlarda yitip gitmeleri, geride de kel, kör ve topal bir neslin kalması. Oysaki bunun nedeni kalplerindeki ve beyinlerindeki kötü ruhun bedenlerinde tezahürü.

Çevrelerine hep ‘ Bizi niye kimse sevmiyor’ diye soruyorlar. Ama sadece soruyorlar! Cevabını bulmak için kibirlerinden dönüp aynaya bile bakmıyorlar. Biliyorlar ki aynaya baktıklarında oradaki suretleri ile de kavga edecekler.

Sevgili Tomris Hanım, tek tesellimiz sayılarının ve nesillerinin hızla azalması.
SEVGİYLE HOŞÇAKAL

TOMRİS HANIMA MEKTUPLAR - 21

HERŞEY TOZPEMBE!

Sevgili Tomris Hanım,
Geçenlerde son cemrede düştü,
Bahar geldi geliyor.
Penceremden baktığımda badem ağaçları patlamış mısır gibi…
Erikte çiçekte yavaş yavaş…
Kuşlar çığlık çığlığa şarkı söylemekte…
Kuzular annesinin peşinde melemekte…
Her yer yemyeşil,
Her şey tozpembe.
Efil efil bir lodos esmekte hafiften…
Balıklar mangalda, rakılar kadehte…

Mutlu olmak için tüm öğeler tamam.

Ama mutlu değilim sevgili Tomris Hanım,
Hiçbirimiz mutlu değiliz,
Yüzümüz gülmüyor,
Elim televizyonun düğmesine gitmiyor,
Canım bayiden gazete almak istemiyor,
İçimde bir gelecek kaygısı,
Geleceğim belirsiz.
İçimde hep zamansız bir ölümü duymanın hüznü,
Sokakta ardımdaki ayak sesleri paranoyak,
Akşam oğlum gaspa uğramadan gelebilir mi endişesi
Zamansız bir depresyondayım.

Ben bildiğiniz aydınlardan da değilim,
Sadece sıradan sorumluluk duyan bir vatandaşım
Soruyorum,
Sorguluyorum,
Düşünüyorum, irdeliyorum
Ama yazamıyorum.

Evet, Sevgili Tomris Hanım,
Ben bir Devekuşuyum.
Ve HERŞEY TOZPEMBE !

TOMRİS HANIMA MEKTUPLAR - 20

DÜNYAMALI SATILMIŞ

Sevgili Tomris Hanım,

Geçenlerde bir sohbet ortamında doktor arkadaşım anlatmıştı. Özel bir diyaliz merkezinde çalışıyor. Bir hastanın dosyası gerekiyor, arıyor yerinde bulamıyor. Salonda hemşire hanımlara soruyor. Hemşire hanımlardan birisi , ‘- Şemsiyenin yanında diye sesleniyor. Doktor arkadaşım diyaliz salonunda şemsiye arıyor ki yanında dosyayı bulsun. Bulamayınca tekrara hemşire hanıma sesleniyor: ‘- Ben şemsiyeyi bulamadım, herhalde kaldırdılar diyor. Hemşire hanım da ‘- Olur mu, doktor hanım, üçüncü yataktaki Şemsiye Hanımın yanında. O gün doktor arkadaşım bunu anlattığında çok gülmüştük.

Sonra geriye bakıp düşündüğümde geçen yirmi üç yıllık meslek hayatımda ne garip isimlerle karşılaşmıştım. Bazıları hemen aklıma geliveriyor, kadın isimleri: Antika, Kibar, Yosma, Herdem Taze, Abayat ( doğrusu Ab-ı hayat ) vb, erkek isimleri: Dünyamalı Satılmış, Nemutlu Efendi vb.

Ben de büyük oğlum doğduğunda ismini Çatalkaya koymak istemiştim. Çatalkaya beni çocukluğumdan beri etkilemiş, adına ‘’ Çatalkaya kışladı yar, kar yağmaya başladı… ‘’ diye türküler yakılmış, kış günlerinde rahmetli annemin bahçemize çamaşırları asmadan önce hava tahmini için baktığı, Çatalkaya bulutlandı ise yağmur gelecek dediği ve sonunda da üniversite yıllarında. Dr. Orhan TERZİOĞLU ile zirvesine kadar tırmanıp keşfettiğim bir dağdı. Bence oğlumun isminin Çatalkaya olması kadar doğal bir şey yoktu. Ama gelin görün ki bütün aile efradı şiddetle karşı çıktı. Ben diretince de babam araya girdi. ‘- Bak oğlum’ dedi, ‘- Bir babanın çocuklarına verebileceği üç şey var, İyi bir eğitim, sağlıklı ve mutlu bir çocukluk ve bir yaşam boyu taşıyacağı güzel bir isim.

Şimdi geçen kırk yedi yılın olgunluğunda düşünüyorum da babam ne kadar haklıymış. Çevreme baktığımda isimlerinden dolayı zorluklar yaşayan yüzlerce insan var. Ya ÖSS başvuru formundaki gibi kutucuklara sığmayacak kadar uzun isimler, ya ana-babaların gençlik yıllarında idol olmuş siyasi liderlerin isimleri sonucu bugün onlarla aynı dünya görüşünü paylaşmasa bile aynı isimler taşımak zorunda kalmaları, zor telaffuzu nedeniyle girdikleri ortamda veya resmi işlemlerde yaşanan sıkıntılar, Fikret, Nedret, Deniz gibi yüz yüze görünceye veya sesini duyuncaya kadar erkek mi, kadın mı karar veremediğiniz cinsiyetsiz isimler, kişiliği veya fiziği ile uyumsuz isimler, ya da dede ve ninelerin adı verilmiş aynı ailede aynı ad ve soyada sahip üç dört kişi.

Sevgili Tomris Hanım, yazımın sonuna geldiğimde Dede Korkut’un Boğaç Han adlı öyküsünü anımsadım. O öyküde anlatıldığı üzere, çocuklar büyüyüp bir kahramanlık gösterinceye kadar isim konmuyordu. Öyküdeki kahramanda yetişkin olup bir yumrukta azgın boğayı devirdiği zaman adı Dede Korkut tarafından Boğaç Han konuyordu. Çocuklarımıza isim koymak için günümüz koşullarında böyle bir yöntem izleyemeyiz ama sanırım babamın bana öğüdü yeni anne – baba olacak dostlarımıza yol gösterici olacaktır.
Dostlukla..

TOMRİS HANIMA MEKTUPLAR - 19

CUMHUR…
Cumhuriyetimizin kuruluşunun 84. yıldönümü. Neredeye bir asra yaklaşıyoruz. Geriye dönüp baktığımızda gerçekten cumhuriyeti özümsediğimizi söyleyebilir miyiz? Halkın kendi kendisini yönetmesi olarak bize öğretilen bu yönetim şeklinin ülkemizdeki uygulamasında CUMHUR gerçekten yönetime katılabiliyor mu, iradesi temsil edilebiliyor mu?
Kurucumuz Mustafa Kemal ATATÜRK, 1923 ‘lü yılların savaş sonrası ortamında; iki kez meşrutiyeti denemiş ama başaramamış bir imparatorluğun mirasında, feodal ağa sisteminin ve şıh – şeyh tarikat sisteminin varlığında “ bazı kellelerin kesilmesi” pahasına Cumhuriyeti kurmuş ve vefatına kadarda yerleşmesi ve kurumsallaşması için çaba sarf etmiştir
1938 ‘den sonra patlayan İkinci Dünya Savaşının özel siyasi ve ekonomik koşulları nedeniyle bu çabalar ikinci plana üşmüş, 1950 den sonraki iktidarlar döneminde gerçek anlamdaki cumhuriyet yönetiminin yerini feodal sistem almıştır. Lider sultasının, Anadolu’da ise ağa ve şeyh sultasındaki aşiret sisteminin ağırlığı cumhuriyetin özümsenmesini engellemiştir.
1961 den günümüze kadar olan süreç içinde de mevcut seçim sistemi ve siyasal yapı nedeniyle ne sağdaki ne de soldaki siyasi partiler Cumhuriyetin gerçek anlamda yerleşmesi için çaba göstermemiştir. Liderler uygulamadaki sistemin kendilerine sağladığı erk ve ranttan vazgeçememişlerdir.
1950 lerde Köy Enstitülerinin kapanması ve Halk Evlerinin işlevini yitirmesi ile halkın aydınlanması ve bilinçlenmesi yarım kalmış, daha sonra uygulanan politikalar ile halk cemaat ve tebaa haline getirilmiştir. Millet, Vekili olarak Lider tarafından dayatılan tanımadığı kişileri zorunlu olarak seçmek durumundadır. Böyle bir seçim sistemi ile CUMHUR’UN yani halkın yönetime gerçek anlamda katıldığından söz edilemez. Dolayısı ile mevcut sistem adı her ne kadar cumhuriyet olsa da liderler sultasının hâkim olduğu örtülü monarşidir.
Hiç umudum olmasa da yeni Anayasanın yapılandırıldığı şu günlerde halkın gerçek anlamda yönetime katılacağı, ön seçim veya benzeri mekanizmalarla kendi vekilini belirleyebileceği bir seçim yasasının da düzenlemesini diliyorum. Böylece 84 yıl sonra da olsa ulu önder ATATÜRK’ÜN kurmak istediği gerçek Cumhuriyet Yönetimine erişiriz sanırım.
Yine de her halükarda kör topal 84. yılına ulaşan Cumhuriyet Bayramımızı coşkuyla ve gelecek güzel günler özlemi ile kutluyorum.

TOMRİS HANIMA MEKTUPLAR - 18

BEN HAZANDA ÖLMELİYİM

Sevgili Tomris Hanım, 12 Nisan 1999

Sanırım yaşlanıyoruz artık. Bir zamanlar arkadaşlarımızın nişan veya düğün törenlerine davet edilirdik sıkça. Ardından düğün davetlerinin yerini bebek kutlamaları ve doğumlar, loğusa ziyaretleri almaya başladı. Düğünlerin ve doğumların ardından birkaç yıl özel anlam taşıyan davetler ve ziyaretler kesildi. Sıradan olağan ziyaretlerle arıyorduk birbirimizi... Ölümler yoktu henüz. Zamanla anne babalarımızın hastalık ziyaretleri başladı önce. Öyle nezle grip gibi sıradan hastalıklar değil, ciddi, yaşamı tehlikeye sokan hastalık ziyaretleri. Kalp krizleri, inmeler, kansere bağlı operasyonlar vesaire vesaire. Tüm bu işaretler yaşamın hayhuyu içinde kaynayıp gidiyordu. Ta ki ölümler başlayana kadar. Artık düğünlerin ve doğumların yerini ölümler almaya başlamıştı. Kimi zaman yas ve gözyaşı kokan bir evde, kimi zaman bir cami avlusunda boynu bükük.

Bir bahar günü, tüm güzellikleriyle bir bahar günü yine bir ölüm acısı düştü yüreğimize. Ölümü kabullenmek zordur baharda. Tüm doğanın yeniden yaşama döndüğü, yaşam coşkusunun ve sevincinin papatyaya, gelinciğe laleye, ota çimene dönüşüp topraktan fışkırdığı, sonbaharda ölüme yatan ağaç tomurlarının uyanıp heyecanla patladığı mevsimde ölümü kabullenmek zordur. Ölen her ne kadar yaşamının sonbaharında hatta sonbaharın son günlerinde olsa bile.

Baharda ölmek haksızlık. Her şey ve herkes dört elle sarılırken yaşama, yenik düşmek ecele. İnsana zor geliyor ..

Ben hazanda ölmeliyim. Ölüm ve hüzün mevsimi hazanda. Sarı bir yaprak gibi düşmeliyim toprağa yavaşça. Kimse acımı yaşamamalı. Doğa ölürken yavaş yavaş, toprağa dönerken her şey beni de almalı usulca. İnsanlar ağlamamalı ardımdan. Kolayca kabullenmeliler ölümümü. Sanki toprağa düşen ben değilmişim de, telli kavağın sararmış yaprağıdır düşen.

Ölüm hazanda güzeldir. Hazanda daha bir hassas ve daha depresiftir insanlar. Daha yoğun yaşanır hüzünler... Düşen her yaprak, erken inen akşamlar, sabah sabah minarelerden yükselen sela sesleri hüzne boğar insanı. Bu ağdalı hüznün içinde kaybolur gider ölümün hüznü.
‘ – Şimdi yaprak dökümü zamanı, zamanıdır ölümün ‘ derler insanlar.

Evet, sevgili Tomris Hanım, BEN HAZANDA ÖLMELİYİM!

TOMRİS HANIMA MEKTUPLAR - 17

YÜREĞİMİZ YANARKEN, DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Sevgili Tomris Hanım,
Geçtiğimiz Ağustos ayının son hafta sonu Foça’daydım. Eski Foça oldum olası bana huzur veren mekânlardan birisidir. Akşam yemeğinin ardından hem Foça’nın bu huzurlu havasını solumak hem de Giritlinin sakızlı dondurmasından yemek için yazlık sitemizden Eski Foça’ya doğru yola çıktık. Akşamın alacakaranlığında Foça’ya yaklaşırken bizi Foça’nın üstünü kaplayan kızıl bir duman tabakası karşıladı. İlçenin girişindeki mezarlık mevkiinin üzerindeki orman alev alev yanıyor, şiddetli esen rüzgârla birlikte alevler ve kızıl duman ilçenin üzerine doğru savruluyordu. Hava karardıkça görüntü daha ürpertici bir hal alıyordu. Televizyondan izlediğimize göre aynı anda Gökova, Selçuk Bülbül dağı ve Kaş’ta ormanlar yanıyordu ve şiddetli rüzgârla birlikte hızla yayılıyor ve söndürülemiyordu.

Bilmiyorum hiç yanan bir ağaç gördünüz mü? Ben bir kez tek bir çam ağacının yanışına tanıklık etmiştim. Ağaç yanarken sanki hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Bir de binlercesini, içindeki tavşanı, tilkisi, kirpisi börtü böceği ile yanarken düşünmek bile korkunç bir duygu.

Pazartesi günü geçici görevle bulunduğum Selçuk’a gittiğimde Bülbül dağının hastaneye bakan yüzü simsiyahtı ve hala tütüyordu, Kuşadası’na doğru ilerleyen yangının mavi beyaz dumanları kilometrelerce uzaktan görülebiliyordu.

Nedenlerine baktığımızda yıldırım düşmesi sonucu çıkan Kaş’taki Kanyon-orman yangını dışındakiler insan hatalarından ve dikkatsizlerinden kaynaklanıyordu. Ya ot veya anız yakmaktan ya da piknik ateşi veya piknikte sağa sola düşüncesizce atılan şişe veya cam parçalarının mercek etkisi ile başlıyordu.

Anız ve ot yangınlarını çiftçinin eğitimiyle bir nebze önlenebilir. Lakin piknik ateşinden çıkan yangınları anlayabilmiş değilim. Nereden çıktı bu mangal alışkanlığı? Pikniğe gitmek yeni bir alışkanlık değil, çocukluğumuzda da, özellikle Hıdrellezde olmak üzere bahar aylarında ve yaz hafta sonlarında pikniklere gidilirdi. Ama mangal keyfi diye bir şey yoktu. Ege mutfak ve yemek kültüründe mangal yoktur. Yalnızca çocukluk yıllarımızda anneannelerimizin mangalla ısındıkları senelerde mangal külüne gömülen patatesleri anımsıyorum. Bizler gerek ailemizle gerek öğrenciliğimizdeki okul gezileriyle pikniğe giderken annelerimiz yumurta haşlarlar, patates haşlarlar, yaprak sarması veya biber dolması hazırlarlar, kuru köfte ve patates kızartırlar, kâğıttan ufak ufak külahlara tuz ve karabiberi koyarlar, piknik sepetine güzelce yerleştirirlerdi. Bir termosa da çayı demlerler, çay bardaklarını ve şekeri ayrı bir çantaya yerleştirip pikniğe gidilirdi. Piknik masasına veya yerde kilimin üzerine herkes getirdiği malzemeyi koyar salatalar yapılır ve yenilir içilirdi. Ne ateş, ne is ne duman ne de etrafa yayılan et kokusu olurdu. Sadece çamların, katırtırnaklarının ve doğadaki onlarca çiçeğin kokusu duyulurdu. Haliyle ne ateş söndü mü sönmedi mi şüphesi ne de yangın korkusu olurdu.

Acaba diyorum Sevgili Tomris Hanım; acaba özümüze, Ege kültürümüze dönsek, piknikte mangal alışkanlığından vazgeçsek, zeytinyağlı Ege mutfağımıza dönsek, ormana ateşi sokmasak, böylece hem pikniğimizi yapsak hem de ormanlarımızı korusak.
Ormanlarımız da, yüreğimiz de yanmasa..
Dostlukla..
Dr. M. Cengiz TÜMER

TOMRİS HANIMA MEKTUPLAR - 16

ÖZÜR DİLERİZ BARBAROS HAYRETTİN PAŞA

Sevgili Tomris Hanım,
Sizinle bugün daha farklı bir konuyu paylaşmayı düşünüyordum. Dün hastanemizde meydana gelen bir gelişme ve konunun daha güncel olması nedeniyle diğer konuyu bir başka mektubuma bırakıyorum.
Dün öğle arası çayımızı yudumlarken Liman Başkanlığından hastanemize gelen bir yazı ile hastanemiz çalışanlarından isteklilere yapılacak bir sınav ile Amatör Denizci Belgesi verileceğini öğrendik. Önce şaşırdık, çünkü daha önce bu belgeyi almak için başvuran arkadaşlarımızdan edindiğimiz bilgi, bu iş deveye hendek atlatmak kadar zordu. Ancak işin aslını öğrendiğimizde doğru olabileceğini düşündük. AB ye girebilmemiz için nüfusumuzun belli bir yüzdesinin bu belgeye sahip olması gerekiyormuş. Yıllarca uluslararası kuralları tanımayarak amatörleri canından bezdirecek yasaklar koyan bürokrasi AB ye girebilmek uğruna niteliksel olmasa bile nicelik olarak sayıyı arttıracaktı.
Yıldırımlar yaratan bir ırkın ve Barbaros ‘un çocukları olarak Ulu Önder ATATÜRK’ÜN
bizden beklediği ‘ Denizciliği Türk’ün büyük milli ülküsü olarak benimsemeli ve az zamanda başarmalıyız.’ Ülküsünü ne yazık ki 80 yıldır yerine getiremedik.
Üç yanı denizlerle çevrili bir coğrafyada yaşamamıza, uğrunda 250.000 şehit verdiğimiz boğazlara sahip olmamıza rağmen, bugün dönüp baktığımızda ne deniz ticaretinde ne deniz turizminde ne yatçılıkta ne de balıkçılıkta esamemiz okunmamaktadır.
1950 li ve daha sonraki yıllarda ülkeye yön veren siyasetçilerin ve bürokratların yanlış tercihleri sonucu dünyanın en güzel denizlerine ve en uzun kıyılarına sahip ülkesi dışa bağımlı otobüs/kamyon cehennemine dönmüş, yolcu gemileri, deniz ticaret filoları, yelkenciliği ve balıkçılığı heba edilmiştir.
Yabancıların Türk sularında özgürce dolaşmasına izin veren yasanın kaldırıldığı 01 Temmuz 1926 tarihinden 80 yıl sonra yeniden kapitülasyonlar tartışılmakta…
Bu ülkenin insanlarını ‘Denizcilik zengin işi, size göre değil ‘ diye kandıran, denize küstüren, koydukları ağır şartlarla deniz sporlarını ve amatör denizciliği yapılamaz hale getiren, bir amatör teknenin denize çıkabilmesi için 22 bin YTL lik teçhizat, 500 YTL lik balıkçı teknesine 3 bin YTL lik can salı bulundurulmasını isteyen, marina/ barınak/ iskele yapmak isteyen girişimciyi yıllarca süründüren, deniz nakliyatını adım adım yok edip, kara nakliyesi yoluyla her yıl milyarlarca dolar döviz ve binlerce can kaybına neden olan zihniyetle 1 Temmuzda Denizcilik ve Kabotaj Bayramını kutlayamayız.
Bugün yapabileceğimiz Atatürk’ten Piri Reis’e, Turgut Reis’ten Cezayirli Hasan Paşa’ya, Uluç Reis’ten Dumlupınar, Ertuğrul ve Kocatepe şehitlerine kadar denize ve denizciliğe gönül vermiş ve ömrünü bu ülkenin denizleri uğruna tüketmiş tüm geçmişimizden özür dilemek ve bu ülkenin aydınları olarak denizlerimize sahip çıkmaktır.
Sevgili Tomris Hanım, *Ya yaşadığımız coğrafyaya ayak uydurup denizci bir ulus olacağız ya da kızgın çöllerde çoban !
* Deniz tarihçisi Gv. Yzb. Ali Haydar ALPAGUT’un ‘ Donanma İstemezük’ başlıklı yazısından.

TOMRİS HANIMA MEKTUPLAR - 15

KÜRESEL ISINMA YOKTUR!

Bu yıl kurak bir yıl yaşıyoruz. Özellikle batı bölgelerimizde ve güneyde uzun zamandır yağmur yağmadı. En son yağmur ekim ayının sonunda yağmıştı ve o da rahmetten çok bir afet karakterindeydi. Toprak suyu çekemeden sel olup akıp gitmişti. Güneyde ve Konya yöresinde tahıllar ve ekinler diz boyu olmuş, kavrulmuştu. Batıda barajlardaki su seviyesi iyice azalmış Ankara’da bile altmış günlük su kaldığı söyleniyordu.

Söylentiler ve konuşulanlar o boyutlara gelmişti ki devleti yönetenler bile bu konudan rahatsız olmuş ve ilgili üst düzey yöneticiler küresel ısınma ve iklim değişiklikleri konusunda bir zirve yapma ihtiyacı duymuşlardı. Duyarlı Türk halkı da kulak kesilmiş zirveden çıkacak sonucu bekliyordu. Ve dağ fare doğurdu. Çıkan sonuç basın toplantısı ile açıklandı: Kuraklık tehlikesi yoktur, küresel ısınma yoktur, su kaynaklarımız yeterlidir, ama yine de Ayşe Teyze çamaşır bulaşık yıkarken suyu idareli kullansın, Recep Amca bahçeyi sularken suyu idareli kullansın.

Oysa çevremize şöyle duyarlı bir gözle baktığımızda görüyoruz ki toprak susuzluktan çatlamış, devletin suların kullanımı ile görevlendirdiği kurumun yanlış politikaları ve projeleri nedeniyle derinliği on iki metreye ulaşan, Nasreddin Hoca’nın yoğurt çaldığı koca Akşehir Gölü kurumuş, Dünya Tabiat Mirasındaki sulak alanlarımızdan Sultan Sazlığı kurumuş, kerevitleri ile ünlü Bafa Gölünün tuz oranı arttığı için canlı yaşamaz hale gelmiş ve ekolojik dengeler altüst olmuş, bırakın yüzeysel kuyuları DSİ nin açtığı derin su kuyularından bile su gelmemekte ya da tuzlu su gelmekte.

ABD dışındaki tüm ülkeler küresel ısınmadan, buzulların erimesinden, kutup ayılarının kış uykusuna yatamamalarından dolayı açlıktan ölme tehlikesinden, eriyen buzullar nedeniyle deniz seviyesinin yükseleceğinden ve çok ta uzak olmayan bir süre sonra Amsterdam’ın haritadan silineceğinden bahsederken gerçekleri yok saymak, günü kurtarmak herhangi bir önlem almamak, var olanları ve elimizde kalanları korumak için projeler üretmemek ne derece gerçekçi.

Sivil toplum örgütleri ve bizler ağaçlandırma çalışmaları ile doğaya katkı koymaya çalışırken bir diğer köşede ağaçlar kesilerek sürdürülebilirliği için tonlarca suya gereksinimi olan golf sahaları yapılmakta.

Sevgili Tomris Hanım, umuyorum ki yetkililerimiz bu dünyayı çocuklarımızdan emanet aldığımızı unutmayıp populist politikaları ve oy kaygılarını bir kenara bırakarak doğaya saygılı projeler ve çözümler üreteceklerdir. Dostlukla

Not: Bu yazıyı kaleme aldığım şu an dışarıda güzel bir yağmur yağıyor. Noktayı koyduğumda çıkıp toprak kokusunu dinleyeceğim. Gerçekten yağmuru çok özlemişiz

TOMRİS HANIMA MEKTUPLAR - 14

KÖY KAHVALTISI

Sevgili Tomris Hanım,
Sanırım sizin de dikkatinizi çekmiştir. İzmir’in hangi yönünden çıkarsanız çıkın 15 – 20 km sonra hafif kırsala çıktığınızda sağlı sollu kıl çadırlar ya da ağaçlar altına serpiştirilmiş tahta masa ve sandalyelerden oluşan, kilim motifleri ve yayık maketleri ile desteklenmiş köy kahvaltısı sunan mekânlar iyice arttı.

Genelde dışarıda yemek yemeyi sevmem. Hadi akşam yemekleri bir derecede, kahvaltı için dışarı çıkmak bana hep zül gelir. Yaşamın rengidir diye birkaç kez arkadaş hatırına sıcak yatağımızdan çıkıp aç biilaç köy kahvaltısı için yollara düştüm. Siz hiç böyle bir ortamda bulundunuz mu bilmiyorum ama ya bunlar hiç köyde bulunmadılar ya da 1980 sonrası Özal dönemi yaşantısını bize teatral köy sahnesinde köy kahvaltısı diye yutturuyorlar.

1975 yılında ilk kez Antalya’ya gittiğimde, sabah saatlerinde inmiştik otogara… Ailemle birlikte otogara yakın kapısında “ KOMPLE KAHVALTI” yazan temiz bir mekândan girmiş ve bahçesinde gölgede temiz bir masaya oturmuştuk. Tereyağı ile, peyniri ile, balı reçeli ile, birkaç çeşit zeytini ile, kızarmış ekmeği ile, kaymaklı sütü ve üzerine çayı ile gerçekten komple bir kahvaltı yapmıştık.

Oysa bir de çocukluğumda Ödemişte ya da mecburi hizmetimi yaptığım Kars’ın Yolboyu köyündeki köylülerle yaptığım gerçek köy kahvaltılarını düşünüyorum. Ödemişteki büyüklerimi, dedemleri ziyarete gittiğimizde çoğu zaman kahvaltımız tarhana çorbası, bir ay önce açılmış ve bohçalanmış yufka ekmeği ve katık edilen kuru zeytinden ibaretti. Bayram gibi çok çok özel günlerde de fırından taban gevreği, komşu Memduha Teyzeden de yeni sağılmış koyun sütü alınırdı. Yolboyu köyündeki köylülerle paylaştığım kahvaltı da genellikle, yine bir ay önceden topluca pişirilmiş ve bohçalanmış, yenmeden önce tezek sobasının üzerinde ısıtılmış tandır ekmeği, çeçil peynir, sarı yağ ve kıtlama şekeri ile içilen saçaklı çaydan ibaretti. Ha orada da şanslıysanız, ev sahibinin arı kovanları varsa güzel bir çiçek balı da kahvaltınızda bulunurdu.

Bize bu mekânlarda sunulan kilimler ve minderlerle süslenmiş, tahta masa ve sandalyelerde, süs kabakları ve kuru patlıcan, kurutulmuş biber ve bamya dizilerinin başımızın üstünde sallandığı bir köy sahnesinde birkaç çeşit peynir, birkaç çeşit zeytin, b,r kaç çeşit reçel ve bal, sucuklu sucuksuz yumurta çeşitleri, börekler, süt, çay taze sıkılmış portakal suyu ile bir köy kahvaltı sofrasında asla bulunamayacak zenginlikte bir KOMPLE KAHVALTI.

Evet, sevgili Tomris Hanım, Sait Faik’in ‘ Karanfiller ve Domates Suyu’ adlı öyküsünün finalindeki sözlere benzer sözlerle ile seslenmek geliyor içimden:

—Hanımefendiler, Beyefendiler; eşinizle dostunuzla, arkadaşlarınızla bir hafta sonu böyle bir ortamda neşe içinde güzel bir kahvaltı yapmak gerçekten çok keyifli olabilir. Şu zorlu yaşam mücadelesinde bir küçük kaçamak ve hayatın değişik bir rengi de olabilir. Ama n’olur bunun bir köy kahvaltısı olduğunu düşünmeyin ve emektar köylümüzün her gün böyle dört başı mamur bir kahvaltı yaptığını sanmayın.

Sağlıcakla kal

TOMRİS HANIMA MEKTUPLAR - 13

…KIRLANGIÇ KANADINDAYDI YAŞAM

Sabah saatin yedisi. Her yaz sabahında yaptığım gibi hastaneye gitmeden keyif çayımı evimin balkonunda içiyorum. Yaz sabahının serininde savruk uçuşlu kırlangıçlar uçuşuyor önümde. Çocukluğumdan bu yana severim kırlangıçları. Çamurdan yuvalarını, savruk uçuşlarını ve özgürlüğün tadını doyasıya çıkarmalarını. Onların o savruk uçuşlarında derinlik ve yükseklik algılamam kayboluyor, yokluğa ulaşıyorum sanki. Beni alıp 25 yıl öncesine götürüyorlar.

25 yıl önce de böyle savruk uçuşlu kırlangıçlar gibiydik. Özgürlükçü, bağımsız ve aydınlık bir Türkiye için savaş veren, ilkeleri ve kimlikleri olan, inançları ve davaları uğruna dayak yiyen, hapse giren, işkence gören tüm bunlara rağmen yüreğindeki sıcacık arkadaşlık, dostluk ve insani duygularını yitirmeyen bir kuşaktık. ’78 kuşağı.

Sonra 80 harekâtı geldi. Kolumuz kanadımız kırıldı, derslere girişte ya da çıkışta bir veya birkaç arkadaşımız gözaltına alınıyordu. Artık, Savruk uçuşlu bir kırlangıcın kanadındaydı yaşam. Ardından mecburi hizmet geldi. 12 Eylül’ün rüzgârı önünde Anadolu’nun dört bir yanına savruldu kırlangıçlar. Bir daha da bir araya gelemediler. Yaşam kavgası herkesi kendi yoluna yönlendirmişti.

25 yıl sonra yeniden toplanıyoruz. EGE TIP 82 mezunları, mezuniyetimizin 25.yılında yeniden bir araya geliyoruz. Oluşturduğumuz e-posta grubu ile 425 arkadaşımızdan 380’ine ulaştık bile. Her gün büyük bir heyecanla izlediğim e-posta trafiğinde, e-postaları okudukça geçen 25 yıla, yaşamın acımasız çarkına rağmen 82 mezunlarının ilk günün heyecanından, ilkelerinden, inançlarından hiçbir şey kaybetmediklerini görmek, arkadaşlık ve dostluk duygularının yüreklerinde ve e-postalarında aynı sıcaklıkla yaşadığını görmek beni sonsuz mutlu ediyor.

Sevgili Tomris Hanım, 25. yılda büyük bir özlemle bir araya geleceğiz, anılarımızı, geçmişimizi, bugünümüzü geleceğimizle –çocuklarımızla- harmanlayacağız.

Dostlukla.

TOMRİS HANIMA MEKTUPLAR - 12

ÇIRPILMIŞ ZEYTİN AĞACI

Bilirsiniz Egemizde zeytin ağacı bir yıl bol ürün verir, bir yıl kıt ürün verir. Nedenini bilirmisiniz? Biz insanoğlu bol ürün verdiği yıl ürünü toplamak için sırıkla çırparız. Sonra da dökülen zeytini toplarız. Bu çırpma esnasında ürünü toplarken ağacın kendisini de incitir yaralarız.
Şu aralar yayın kurulu olarak biz de kendimizi çırpılmış zeytin ağacı gibi hissediyoruz. Verimli, üretken geçen bir yılın ardından çırpılmadan dolayı yorulmuş, tükenmeye yakın.
Çok verimli bir yılın sonunda, emeğimizin karşılığını yeni yeni toplamaya başladık.. Eleştiride cömert, övgü ve takdirde cimri toplumsal yapımıza rağmen son iki üç aydır hastanemizdeki tanıdık tanımadık mesai arkadaşlarımızdan övgü ve takdir mesajları alıyoruz.
Ama basını takip eden arkadaşlar bilirler, süreli bir yayını devam ettirmek güçtür. Bir noktada tıkanırsınız kendinizi tekrara başlarsınız. Aslında ben bu bültenin ücretli olması gerektiğini düşünüyorum zaman zaman. Talep var mı, insanlar alıp okumak için para veriyorlar mı? Özdenetimin en güzeli bu; tirajımız ne kadar ? Yine de bir yılına ulaşan ve her geçen gün kendini geliştiren bir yayın başarılıdır kanısındayım. Yeni yayın yılımızda katkı koyacak arkadaşlarımızla daha dolu ve beklentilere cevap veren bir bültene ulaşacağız inancındayım.
Bana gelince: Kendimi ifade etmeyi seviyorum. Duygu ve düşüncelerimi paylaşmayı konuşarak da ifade edebiliyorum ama yazarak ifade etmekten daha büyük keyif alıyorum.
Bir yılın sonunda, başta, bana yazmam için vesile yaratan sevgili Tomris Hanıma, her zaman destekleyen Sabriye Hanıma, takdir ve övgülerini komplekse kapılmadan ileten mesai arkadaşlarıma ve kendimi ifade etme şansı veren başhekimimiz Sayın Prof. Dr. O. Gazi YİĞİTBAŞI’ na teşekkürlerimi arz ediyor, Hastanemiz Bültenine birinci yılında nice uzun ve başarılı bir yayın hayatı diliyorum.
Dr. M. Cengiz TÜMER

TOMRİS HANIMA MEKTUPLAR - 11

BAYRAMLAR: TOPLUMSAL UZLAŞMA GÜNLERİMİZ
Sevgili Tomris Hanım,
Çocukluktan beri en sevdiğim günlerdir bayram günleri. Gerek Ramazan ve Kurban bayramı gibi dini bayramlarımız gerek 29 Ekim Cumhuriyet bayramı ve diğerleri gibi resmi bayramlarımız.
Böyle günlerde ulus olarak daha bir hoşgörülü, daha paylaşımcı, sevgimizi ve sevincimizi daha bir heyecanla ve samimiyetle açığa vuran kimliklere bürünürüz.
Dini bayramlarımızda ulusumuzun sahip olduğu en güzel hasletlerden biri olan büyüklere saygı, küçüklere sevgi, aile olma bilinci, aile fertleri ile ya da komşularımızla, akrabalarımızla bu sevinci ve mutluluğu paylaşma duygusu had safhaya çıkar. Yoksullarla ve yalnızlarla empati yapılır, onların neler hissettiklerini kendi içimizde hisseder ve bu olumsuz duyguyu ortadan kaldırmak ve onlarında mutlu olmasını sağlamak için elimizdeki maddi ve manevi değerleri onlarla paylaşırız. Dargınlıkları unutur, sevgi ile kucaklaşırız.
Resmi Bayramlarımızda ise bir ulus olmanın kıvancıyla, bu ulusun oluşması sırasında yaşanan çileler, eziyetler, kaybedilen ya da gazi olan atalarımızın anıları ve kahramanlıkları her birimizin kanını ateşler. Hep bir ağızdan hançerelerimiz yırtılırcasına İstiklal Marşımızı söylerken duygularımız gözlerimizde yaş, boğazımızda düğüm olur takılır, kalır.
Geçtiğimiz yıllarda – özellikle 1980 sonrası yılar – zaman zaman bu hasletlerimizi unutup bayramların sosyal yanlarını bir yana bırakıp sadece uzun bir tatil fırsatı gözüyle bakılan dönemler oldu. Aileler kopmaya, kardeşler bile birbirini aramamaya başladı, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet gibi ortak değerlerimiz ikinci plana itildi. İşte bu dönemlerde gerek iç gerek dış mihraklar bunu toplumsal bütünlüğümüzü bozmak için kullanmaya çalıştılar.
Neyse ki bu dönemi çabuk atlattık sevgili Tomris Hanım, Dini Bayramlarımızda tatil beldelerine kaçmak yerine aile büyüklerini ziyaret, günlük yaşamın koşuşturmacası içinde görüşemediğimiz eş dost hısım akrabayla görüşmeleri yeniden yaşamımıza soktuk. Kaybettiğimiz ulusal heyecanı da son zamanlarda Ankara, İstanbul, İzmir ve diğer şehirlerde yapılan Cumhuriyet Mitingleriyle hem biz yaşadık hem de çocuklarımıza yaşattık. Ulus olarak sahip olduğumuz değerleri kaybetmemek, bunu çocuklarımıza ve gelecek nesillere aktarabilmek ümidiyle bir Cumhuriyet kadını olarak sizin 29 Ekim Cumhuriyet Bayramınızı ve Ramazan Bayramınızı candan kutluyorum.
Sağlıcakla Kalın.

TOMRİS HANIMA MEKTUPLAR - 10

ANA KOKUSU

Sevgili Tomris Hanım,

Malum bahar geldi. Daha önceki mektuplarımdan da anımsayacaksınız, Karaburun İnecik köyünde küçük bir bahçem ve köy evim var. Şehrin ve günlük hayatın keşmekeşinden bunalınca kaçıp sığındığım bir sığınak. Geçtiğimiz hafta sonu da bir fırsat yaratıp oraya kaçtım ve biraz bahçeyle uğraşayım dedim. Bütün bir kış boyunca bakımsız kalan bahçeyi diz boyu ot bürümüş. Sabah erkenden işe koyulup önce otları biçip sonrada toprağı bellemeye başladım. Midemin kazınmasıyla yemek saatini geçirdiğimi anladım. Bahçe gibi kış boyunca buzdolabı da bakımsız kalmıştı, öyle uzun boylu yemek hazırlamakta tam hızımı almışken vakit kaybı olacaktı. Sonuç ta buzdolabındaki rafın birinde bulduğum kavanozun dibindeki salçayı çıkardım, biraz zeytinyağı ile yumuşatıp bir dilim ekmeğin üzerine sürdüm ve üzerine ufalanmış kuru nane ektim. Tıpkı çocukluğumdaki gibi. Isırdığım ilk lokmadaki salçanın kokusu aldı beni çocukluğuma götürdü.

Çocukluğumda ağustos ayında babam bizi Ödemiş’e anneannemin yanına götürür, kendisi de birkaç gün kalıp işe dönerdi. Annem ve biz yaklaşık bir ay süre ile anneannem ve dedemle kalır bu arada alınan kasa kasa domateslerden salça yapılır, tarhana kaynatılır, hamuru ekşitilir, tertemiz çarşaflara serilerek kurutulur, ufalanır; bol yumurtalı ev makarnası yapılır o da şerit şerit kesilir kurutulur sonra da bizim tarafımızdan daha küçük şeritler halinde kesilirdi. Akşamları da bahçe yıkanır, hasır serilir üzerine kaba minderler konur, yer sofrasında hep beraber akşam yemeği yenir ve bacadaki leyleğin tak takları arasında bir yılın hasreti giderilirdi. Sonra kışlıklarımızı denk yapar babamla birlikte İzmir’e döner ve bu kez okul telaşı başlardı.

Çocukluğumun ilkbahar akşamüzerlerinde sokakta oynayıp ta karnımız acıktığında annem bir dilim ekmeğin üzerine mis kokulu ev salçasından sürer ve üzerine kuru nane ekerek bize verirdi. Biz de büyük bir keyif ve iştahla bir hamlede bitirtir yeniden oyuna dönerdik.
1991 yılında annem hastalandı. Ani bir tansiyon yükselmesi sonucu beyin kanaması geçirdi ve felç oldu. Artık Ödemiş’e gidemiyordu ama memleketinin lezzetinden de vazgeçemiyordu. Yine Ağustos ayının sonu yani salça, tarhana zamanı geldiğinde Ödemiş’e dayıma haber salıyor, güvenilir, eli temiz birinden yine salçasını ve tarhanasını getirtiyor ve bizlere de paylaştırıyordu. Onun sayesinde geçtiğimiz yıla kadar çocukluk lezzetlerimizden mahrum kalmadık.

Ama geçtiğimiz Haziran ayında annemi kaybettik. Ve bu yıl Ödemiş’ten salçamız ve tarhanamız gelmedi. O, buzdolabında kavanozun dibinde bulduğum salça annemin getirttiği son salçaydı. Kolayına kaçtık, büyük marketlerin raflarından hazır konserve salçaları aldık Ama ekmekten ilk lokmayı ısırdığımda anladım ki kendimizi kandırmışız.

Sevgili Tomris Hanım, Ben o lokmada salçanın kokusu ile birlikte annemin kokusunu duydum. Annesiz geçecek bu ilk anneler gününde anladım ki annemi çok özlemişim. Rahmetli annemin, sizin ve tüm annelerin saygıyla ve sevgiyle ellerinden öpüyorum.

TOMRİS HANIMA MEKTUPLAR - 9

YİTİK KENT: İZMİR

Sevgili Tomris Hanım,
Temmuz ayının ortalarında ERA_EDTA Kongresi için Edinburg’taydım. Daha önce gördüğüm veya arkadaşlarımdan dinlediğim, fotoğraflarını gördüğüm Avrupa şehirleri gibi tarihi mimarisini ve doğasını korumuş, kimliğini kaybetmemiş bir şehirdi. En yeni diye gösterdikleri, boz bulanık volkanik kesme taşlardan yapılmış ve halen günlük yaşamda kullanılan binalar 1750 ya da 1800 lü yıllara aitti. Kent; caddeleri, parkları, kafeleri ile tarih içinde dondurulmuştu sanki. Hiçbir inşaat çalışması ve şantiye görmedik. Kaldığımız sürece bir ortaçağ masalı içinde yaşadık.
Kongre bitip, İzmir’de günlük yaşama döndüğümüzde ilk dikkatimi çeken Kemer’deki tren istasyonunun kapı ve pencerelerinin söküldüğü, çatısının kaldırıldığı oldu. Belki de çocukluğumun yaz tatillerinin bir kısmını Ödemiş’in eski istasyonunda geçirdiğimden bu eski taş mimarili, oymalı ahşap saçaklı istasyonlara karşı özel bir ilgim ve sevgim vardır. Demiryollarının ihmali ile eşzamanlı ihmal karşısında bu istasyonlar Cumhuriyetin ilk yıllarındaki canlılığını yitirmiş, bir kenarda bakımsız, boynu bükük terkedilmişlerdir. Oysa ben onların istasyon olmasalar bile bir sanat galerisi ya da cıvıl cıvıl bir kafe olarak yaşamın içinde kalmasını istemişimdir.
Hastanemizin devam eden inşaatının toz toprak şantiyesi içinde yürürken bir yandan da Edinburg ile İzmir’imizi karşılaştırıyordum. 5000 yıllık geçmişi olan ve özellikle 1650 li yıllardan sonra Osmanlı’nın dış dünyaya açılan kapısı olmuş, Ermeni’si, Yahudi’si, Rum’u, Levanten’i, Türk’ü ve onların geleneklerini, göreneklerini, mimarilerini ve medeniyetlerini bir arada barındıran İzmir’i düşündüğümde tarihi miras olarak koruyabildiğimiz ve halen yaşamın içinde tutabildiğimiz yapı sayısı iki elin parmaklarını geçmiyor.
APİKAM ( Ahmet Priştina Kent Arşivi ve Müzesi)’ı gezdiğinizde ve 1800 lü yıllara ait İzmir fotoğraflarını gördüğünüzde bugünkü yoksulluğumuz karşısında içiniz sızlar.
İzmir’imizin düşman işgalinden kurtarıldığı 9 Eylül 1922 den birkaç gün sonra 13 Eylül günü çıkan ve ancak 18 Eylül 1922 de söndürülebilen ve halen kimler tarafından çıkarıldığı tartışılan İzmir tarihinin en büyük yangını ile Rum, Ermeni ve Levanten mahallerinin ¾ ü yok olmuştur.
Yangından kurtulan ve elimizde kalan değerlerde kent kültüründen yoksun belediye başkanlarımızın popülist politikaları ile kaybedilmiş ya da bakımsızlıktan virane haline gelmiş.
1960 lı yılların popüler belediye başkanı Asfalt Osman ( Rahmetli Osman KİBAR), iki yıl önce vefat eden Mimar Felice KAPADONA ile Kordonboyu’ndaki yalılara el atmış, Kordon’a ilk yapılan HARİKA Apartmanı ile kentin tarihsel mimarisinin katlinin önü açılmş. İlerleyen yıllarda ağırlıklı olarak Felice Kapadona ve ekibi tarafından güzelim yalılar tek tek yıkılmış, sıcak yaz günlerinde Alsancak ve Kahramanlar’a nefes aldıran İzmir’in ünlü İmbatının önüne yedi-sekiz katlı beton setler çekilmiş.
İzmir’in simgesi olmuş, 1960 lı yıllarda kafeterya ve gazinoları ile gözde bir mesire yeri olan Kadifekale, bir diğer belediye başkanı İhsan ALYANAK’ın politikalarına kurban gitmiş, bugün gerçek İzmirlilerin giremediği adeta kurtarılmış bölge olmuş. 1970 li yıllarda İhsan ALYANAK’ın Osman KİBAR’DAN belediye başkanlığını almak için oy uğruna doğu ve güneydoğudan getirttiği göçmenlerce işgal edildi ve gecekondularla istila edildi.
Birkaç yıl önce bir bayram tatilinde eşimi, çocukluğumun geçtiği Namazgâh ve Agora semtine götürdüm. Çocukluğumun geçtiği sokaklar, evler yerli yerindeydi. Bir zamanlar İzmir’in tanınmış esnaflarının ve elit kesiminin oturduğu Namazgâh, Altınpark, Dönertaş ve Mumcu gibi semtlerde meraklı ve tehditkâr bakışlar altında bir yabancı gibi dolaştık
Kent kültürü ve kentli olmak bilincinden uzak, yanlış ve popülist politikalar ve yönetimler, İzmir’imizin hem mimari hem de sosyal kimliğini tahrip etti.
Sevgili Tomris Hanım, Kemer tren istasyonunun durumu; içimdeki yitik şehir İzmir yarasını yeniden kanattı. Bir ihtimal yıkılmayıp ta restore edilme olasılığı tek avuntum. İzmir’imize sahip çıkacak ve hiç olmazsa elimizde kalan değerleri koruyacak ve günlük yaşama katacak belediye başkanları seçebilmemiz dileği ile.
Dostlukla…

Not: Bana ve yayın kurulumuza gelen geribildirimlerden, geçen sayımızda bu köşede yayınlanan ‘ Kötü Ruh ‘ başlıklı yazımla ilgili yanlış anlamalar ve algılamalar olduğu anlaşılmakta. O yazıda statükocu ve hoşgörüden yoksun bir dünya görüşü eleştirilmiştir. Herhangi bir kişiye veya kişilere yönelik değildir.

TOMRİS HANIMA MEKTUPLAR - 8

TRABZON ÖZELİNDEN TÜRKİYE GENELİNE: SOSYOLOJİK BİR DEĞERLENDİRME

Trabzon. Doğu Karadeniz’in ve yurdumuzun eşsiz güzelliklere sahip ve yaşam şartları da o denli zor bir yöresi. Ama ne yazık ki son yıllarda hiç de hoş olmayan olaylarla gündeme geliyor. Önce linç girişimleri, rahip cinayeti, bombalamalar ve en son olarak ta Hrant Dink cinayeti. Neler oluyor Trabzon’da?

İlk kez 1995 yılında hastanemizde düzenlediğimiz bir Karadeniz turu ile gittim bu kente. Daha sonra da Anadolu Böbrek Vakfı’nın düzenlediği bilimsel toplantı en son olarak ta geçtiğimiz yıl Artvin Şavşat’taki bir dostumun daveti üzerine gittim. 1995 yılı öncesi Trabzon’u ve Trabzonluları muhafazakâr ve yaşadıkları coğrafyanın özelliği olduğuna inandığım asabi kişilikleri ve Temel fıkraları ile tanırdım. 1995 yılındaki turumuzda yaşadığım olumsuz olayları yukarıdaki olaylarla birlikte hatırlayınca kendimce bir değerlendirme yaptım ve bunu sizinle paylaşmak istedim. Ama mektubumu yayına vermeden bir kez daha okuyunca acaba haksızlık mı yapıyorum diye düşündüm. Birkaç münferit olaydan etkilenip bir genellememi yapıyorum ve Trabzon’a ve Trabzonlulara haksızlıkmı yapıyorum kaygısını duydum.

1980 darbesi sonrası 1983 seçimi ile birlikte geçilen liberal demokrasinin getirdiği üretmeden kolay kazanç elde etme, bu yolda her şeyi mubah gören zihniyet ve toplumsal düşünmenin önüne geçen bireysellik ve bencillikle birlikte 1991 de ki darbeyle dağılan SSCB den akın eden Nataşa turizmi…

Sanırım, toplumsal yozlaşma o zamanlar başladı. O dönemde yaşanan Rus hayat kadınları furyası sonucu alışık olmadıkları cinsellikle karşı karşıya kalan yöre halkı mevcut muhafazakâr yapıları ile bir iç çatışma ve kişilik bölünmesi yaşadı. Her sarışın kadını Nataşa olarak gördüler. Bu çatışma içindeki toplum, işsizliğin ve kendini değersiz hissetme duygusunun eklenmesi ile Kurtlar Vadisi ve benzeri dizilerle kendine bir aidiyet aramaya başladı. Ve sonuç ta bugünkü noktaya gelindi.

İlk yazdığım yazımı öngörüsüne güvendiğim arkadaşlarımla paylaştım. İlginç değerlendirmelerden biri; bu olgunun sadece bu bölgeye has olmadığı ve Anadolu’nun birçok yerleşiminde bu yozlaşmanın yaşandığı idi. Bu daha da vahim bir duruma işaret ediyordu.

Elimizde bu dönemin öncesi ve sonrasında işlenen suç oranlarını ve cinsini belirten bir çalışma, boşanma oranlarının karşılaştırılması ve buna benzer objektif verilere gereksinim olduğu ortada.

Bu noktada sorumuzu değiştirmek gerekiyor sanırım. “ Neler oluyor bize? “

Sevgili Tomris Hanım, sanırım sosyologların, bilim adamlarının, sivil toplum örgütlerinin ve devletin derinlemesine bir sosyolojik çalışma yapması ve ardından toplumsal bir iyileştirme projelerinin yaşanma geçirilmesi gerekiyor. Dostlukla.

TOMRİS HANIMA MEKTUPLAR - 7

ÖĞRETMENLER GÜNÜN KUTLU OLSUN, TOMRİS HANIM.

Hastane Bültenimiz onbirinci sayısına ulaştı. Ve ben on bir aydır Tomris Hanım’a mektup yazıyorum. Yaşamla ilgili, ülkemle ilgili endişelerimi ve umutlarımı paylaşıyorum. Ve on bir aydır sizler merak ediyorsunuz. Kim bu Tomris Hanım? Kimine göre eşim, kimine göre platonik bir sevgili kimine göre hayali bir kahramandı. Sanırım Tomris Hanımı sizle tanıştırmak için en uygun zaman.

Tomris CERİT. Bugün yetmiş yedi yaşında, emekli bir felsefe öğretmeni. Yirmi yıl aradan sonra tekrar izini bulup ziyaret ettiğimde hala yirmi yıl önce tanıdığım gibi sevgi ve yaşam dolu. Onunla benim de çok yakın arkadaşımın eşi olan öğrencisi sayesinde tanışmıştık. O tarihte Buca Eğitim Enstitüsü Almanca Öğretmenliğinden mezun olan Sema’nın mezuniyet yemeğinde arşıma oturmuştu. Bütün gece sohbet etmiştik. Bugün, neler konuştuğumuzu tam olarak hatırlamasam da sohbeti, yaşam sevinci, rakı kadehini kaldırışı ve içten gülen gözleri ile beni çok etkilemişti. Bir ay sonra arkadaşlarımın düğün davetiyesini vermek için evinde ziyaret ettiğimizde bizi balkonunda ağırlamıştı. Balkonunda mermerden bir kurna, hafif bir şekilde açık bırakılmış Osmanlı tarzı bir çeşme kurnanın içinde nilüfer çiçekleri ve suyun sakinleştirici sesi. Bir çay içimi süresince yine sohbet etmiş, yaşam üzerine konuşmuştuk.
Yirmi yıl sonra ziyaret ettiğimizde her şey aynı yerindeydi. Tomris Hanım da yirmi yıl önce bıraktığım gibiydi. Sohbetimizde İzmir’de doğduğunu, Defterdar olan babasının görevi gereği birkaç il gezdikten sonra İzmir Kız Lisesini yatılı bitirdiğini, Felsefe okuduktan sonra Ankara Yüksek Öğretmen okulunda 30 yıl öğretmenlik yaptığını, eşinin vefatı üzerine babası ve kardeşlerinin yaşadığı, doğduğu şehir İzmir’e döndüğünü anlattı. İzmir’e döndükten sonra Buca Eğitim Enstitüsünde öğretmenliğe devam ettiğini anlattı. 1980 öncesinin çalkantılı dönemine bile hiçbir grubun değil devletin öğretmeni olduğunu, sene başında elinde silah ile derse giren öğrencilerin sene sonunda çiçekle geldiğini anlattı. Bizim kısa ziyaretimiz sırasında bile iki üç kez telefonla arayıp hatırını soran öğrencileri oldu.

A B C yi öğreten Sevgili Gül Öğretmenim, halen bir otobüs biletini bile yere atmayıp ilk çöp kutusuna kadar cebimde taşımamı öğreten Çiçek Öğretmenim, her şeyi zamanında yapmayı öğreten Filiz Öğretmenim, kürsüye oturup ‘- Efendiler! ‘diye derse başlayan bize tarihi ve Atatürk’ü sevdiren Nedime Öğretmenim, Güzel sesli bir müezzinden makamında söylenmiş bir ezandan duyulacak hazzı öğreten Birgül Öğretmenim, Kars’ın Susuz ilçesi ve Yolboyu köyünde üç dönem beraber çalıştığım acı tatlı günleri paylaştığımız Ertuğrul öğretmenim, Cemal Öğretmenim, Orhan Öğretmenim, Köy Enstitülü olmanın ne demek olduğunu öğreten Hamit Öğretmenim ve doğunun kuş uçmaz kervan geçmez köylerinde susuz elektriksiz ve ekmeksiz görev yapan, aşı kampanyalarında uğradığımız da bir lokma ekmeğini bizimle paylaşan, gece karanlığında gökyüzünü aydınlatan binlerce yıldız gibi köy çocuklarını aydınlatan adını hatırlayamadığım köy öğretmenlerim; hepinizin Öğretmenler Gününü Tomris Öğretmenimin nezdinde kutluyor, ellerinizden saygıyla öpüyorum.

TOMRİS HANIMA MEKTUPLAR - 6

KURTLAR – DOMUZLAR / EKOLOJİK BİR DENGE

Karaburun, İnecik Köyündeki köy evimin geniş salon penceresi önüne oturmuş doğayı seyrediyorum. Önümde delişmen bir güney rüzgârı ile oynaşan gümüşi gri – yeşil zeytin ağaçları, aralarında baharın müjdecisi pembe – beyaz çiçekleri ile badem ve erik ağaçları, daha ilerde Değirmen tepesini örten çam ağaçları… Ayvaz Boğazından mavi oynaşmaları ile göz kırpan Ege Denizi.. Kırlangıçların rüzgârla dansı, yükseklerde süzülen bir çift doğan ve kendileri gözükmeyen ancak bitmeyen senfonileri ile doğaya neşe katan küçük ötücü kuşlar.
Çevrede kuş sesleri ve rüzgârın sesinden başka ses yok. Günlük koşuşturmaların, gerilimlerin atılabilmesi için doğanın bize bağışladığı harika bir ortam.

Peki, biz doğaya onun bize davrandığı kadar bağışlayıcı ve saygılı davranıyor muyuz? Bunun hepimizin bildiği tek bir cevabı var: HAYIR. Bilerek ya da bilmeyerek, resmi ya da özel çıkarlar için sonucunu düşünmeden doğayı çok incittik ve halen incitmeye devam ediyoruz.

Dün, köy kahvesinde çamların altında oturup köylülerle çay içip sohbet ederken konu buraya geldi. Devletin Tütün tarımını desteklediği yıllarda Karaburun köylüsü de tütün tarımına yönelmiş. Tütünden belki bir süre için iyi para kazanmış ama kullandıkları tütün zehiri Folidol ile çevreye çok zarar vermişler. Bütün ötücü küçük kuşların soyu tükenmiş, sesleri kaybolmuş, onların doğal dengede tuttukları zararlı böcekler çoğalmış, zeytin ağaçları ve diğer ağaçlar ve ekinler bu zararlılar tarafından tahrip edilmiş. Ne zamanki tütün tarımını çekiciliğini yitirmiş ve köylü tütün tarımından vazgeçmiş doğa yavaş yavaş kendini toplamaya başlamış ve yaklaşık 25 – 30 yıl süren bir süreçten sonra küçük ötücü kuşların senfonileri duyulmaya başlamış

Bugün Karaburunun dağlarında çok sayıda ve hızla üreyen yaban domuzu sorunu var. Ekili araziye ve özellikle bağlara çok zarar veriyorlar. Bu nedenle köylü üzüm zamanı elinde çifte ile bağında geceliyor. Domuzların bu kadar çoğalmasının nedeni onu doğal ortamda dengeleyen Kurt’un neslinin tükenmesi. .Çeşme otoyolunun yapılması ve iki yanında İzmir’den Çeşmeye kadar uzanan tel örgüler kurt sürülerinin doğal yaşam alanlarını ikiye bölmüş, kuzeyde Karaburun tarafında kalan kurtların beslenme alanlarının yetersizliği ve bu nedenle köylülerin keçi e koyun sürülerini telef etmesi sonucunda köylüler tarafından tek ek avlanarak soyları tükenmiş. Böylece doğal düşmanı ortadan alkan ve hızlı bir üreme yeteneğine sahip yaban domuzu nüfusu hızla artmıştır. Şimdi devletin Tarım Müdürlükleri çözüm olarak Karaburun dağlarında doğal ortama kurt bırakmayı düşünüyor.

Sevgili Tomris Hanım, sözün özü Doğa kendisiyle barışık yaşamayan, bilerek ya da bilmeyerek, sonucunu düşünmeden kendisine zarar veren insanoğluna bir şekilde az ya da çok cezayı kesiyor. Umarım önümüzdeki bu küçük örneklere bakarak bilim adamlarının öngördüğü küresel ısınmanın oluşturabileceği felaket senaryolarının gerçekleşmemesi için gerekli duyarlılığı gösteririz.

TOMRİS HANIMA MEKTUPLAR - 5

KÖY ENSTİTÜLÜ OLMAK

Sevgili Tomris Hanım,

Geçen mektubumda Kars’ın Susuz ilçesi Yolboyu köyüne zorunlu hizmete gittiğimi yazdığımda senden sonra tanıdığım diğer bir değerli insan, Hamit Ağabeyi anmadan geçemeyeceğim.
1983 Eylülünün son günlerinde valizimi ve dengimi toplayıp yaklaşık 33 saat süren uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Kars’a indik. Küçük bir otogar ve bizim gecekondu semtlerini andıran bir şehir. Kentin iki otelinden biri olan otogarın hemen yanındaki otele yerleştik ve ertesi günde Sağlık müdürlüğünde işlemlerimizi tamamlayıp Susuz Kaymakamlığına yazılan resmi yazışmayı içeren sarı zarfla birlikte akşamüzeri saatlerinde Susuza doğru yola çıktık.
Yeşillikler içindeki ilçeye varıp, Kaymakam beyle görüşüp geçici olarak ilçe merkezinde göreve başladıktan sonra ayrılmak için izin istedik. Yalnız bir sorun vardı, saat geç olduğu için araç olmaması nedeniyle Kars’a dönemiyorduk. Kaymakam Bey telefona uzandı birisiyle görüştü ve yanımıza odacısını vererek Yatılı Kazım Karabekir Öğretmen Lisesi Müdürünün yanına gönderdi. Hamit Ağabeyle ilk o zaman tanıştım. Ellili yaşlarda, babacan görünüşlü gözlerinde insanı hemen saran dostluk ve güven dolu bakışlar sesinde kendine güvenen ve karşısındakine güven veren bir ton vardı. İlk izlenimler çok önemlidir derlerdi, gerçekten öyleymiş Hamit Ağabeyle çok iyi dost olacağımızı o an hissetmiştim. İlerleyen günler ve haftalar beni yanıltmadı. En zor ya da en mutlu günlerimde onu yanımda buldum.
Kimdi bu Hamit Ağabey? Tanrının unuttuğu bu ücra, küçük doğu kasabasında nasıl böyle kendini yetiştirmişti ve neden bu yaşına rağmen batıda büyük bir kentte değil de buradaydı?
İlerleyen günlerde misafirhanesinde kaldığım okulun eskiden CILAVUZ KÖY ENSTİTÜSÜ olduğunu ve Hamit Ağabeyinde bu okuldan mezun olduğunu ve yıllar sonra kendi okuduğu okula idareci olarak döndüğünü öğrendim. Daha sonraki yıllarda yurdun değişik yerlerinde Köy Enstitüsü mezunları ile karşılaşınca onların her birinde Hamit Ağabeyi buldum. Demek işin sırrı Köy Enstitülü olmaktaydı.
Neredeyse tüm Anadolu’nun okulsuz ve öğretmensiz olduğu gerçeği göz önüne alınarak Milli Eğt. Bakanı Hasan Ali YÜCEL tarafından Eğitimci İsmail Hakkı TONGUÇ’UN çabalarıyla 17 Nisan 1940 ta 4 kırsal bölgede kuruluyor, aynı yıl içinde sayıları14’ e, 8 yıl sonra ise 21’ e çıkıyor. Yarattıkları efsane yeşeren toprak, yükselen yapı, ışığa dönüşen su, dayanışma, paylaşma, aydınlanma ve özgürleşme demekti. Onlarınki yalnızca bir eğitim değil yaşam biçimiydi. Onlarca yazar, sanatçı, bilim adamı ve milyonlarca öğrenci yetiştirdiler. Duvar ören, tarım yapan, marangozluk, demircilik yapan aynı zamanda dünya klasiklerini okuyan ve müzik yaparak ruhunu güzelleştiren mutlu insanlar yetiştiriyorlardı. Bu şekilde yetişen çocuklar kendine güveni olan, mutlu, ezberci değil analitik düşünen, sorgulayan, demokrat ve üretken insanlar oluyordu. Bu dönemde UNESCO tarafından dünyaya örnek olarak gösterilen bu eğitim sistemi 1947 erde içeriği değiştirilerek yozlaştırıldı ve 1954 yılında da tamamen kaldırıldı.
Bugün sosyal, ekonomik ve ahlaki çöküntü ve işsizlik bunalımında ki genç nüfusa tek ışık sanırım topluma Köy Enstitüsü ruhunun yeniden kazandırılmasıdır.
Dostlukla…
Mart 2006

TOMRİS HANIMA MEKTUPLAR - 4

KAZIM KOYUNCU: ÇERNOBİLİN UZAK KURBANI

Sevgili Tomris Hanım,

Geçtiğimiz Haziran ayının son günlerinde Artvin’in Şavşat ilçesindeki hekim arkadaşımızın daveti üzerine dört arkadaş ailelerimizle birlikte bu şirin Doğu Karadeniz ilçesine gittik. Bu şirin ilçenin aydın insanlarının dostluğu ve içten misafirperverlikleri ile üç güzel gün geçirip doğal güzelliklerinin tadını çıkardıktan sonra vedalaşıp Trabzon yollarına düştük. Yeni yapılan Muratlı Barajının yanında kıvrıla kıvrıla kâh yukarılara tırmanan kâh derenin yanı başına inen kâh orman içinde kaybolan yolan ilerleyerek denize ve Hopaya ulaştık. Öğle saatlerinde vardığımız Hopa çok hareketliydi. Ana caddede mahşeri bir kalabalık ve eller üzerinde bayrağa sarılı bir tabut.. Bir cenaze alayıydı. Kim di ölen ve bu kadar sevilen? Hemen aracımızın radyosunda yerel bir radyo kanalı bulduk. Ve öğrendik ki ölen ilerici aydın ve etnik rock müziği yapan bir müzisyendi. Karadenizin sesiydi soluğuydu. Bizim için ilginç olan Çernobil’in uzak kurbanlarından biriydi. Otuzlu yaşlarında kanserden ölmüştü.

Bugünden 19 yıl önce 25 Nisan 1986 günü saatler gece yarısını 1 saat 23 dakika 58 saniye geçe, eski Sovyetler Birliğinin Ukrayna ve Beyaz Rusya sınırında geniş ormanlar ve terkedilmiş köylerin bulunduğu 270 çeşit farklı türde canlının yaşadığı Avrupa’nın en büyük doğal yaşam alanlarında birinde bulunan nükleer santralın 1.016 bin tonluk çatısı iki şiddetli patlamayla fişek gibi gökyüzüne fırladı ve tüm ağırlığı ile santralin üzerine düştü. İlk anda 31 kişi öldü. Çıkan yangına müdahale eden itfaiyecilerin çoğu nükleer yanıklar nedeniyle iki hafta içinde acılar içinde öldü. Enkaz kaldırma ve temizleme çalışmalarına katılan hepsi gönüllü 600.000 işçinin çoğu ilerleyen yıllarda acılar içinde yaşamını yitirdi. 3 Mayıs günü Kiev’den esen rüzgâr nükleer bulutlar Sinop – Anamur hattının doğusuna taşıdı. Radyasyon Karadenizin çayına fındığına, denizine deresine, toprağına taşına bulaştı.

Dönemin başbakanı ‘ Radyasyonlu çay iyidir’ , Sanayi ve Ticaret Bakanı ‘ Çay demlenince radyasyon geçiyor, bakın ben günde 20 bardak içiyorum. ‘ , Hacettepe Üniversitesi 1993 yılında ‘ Son beş yılda Çernobil’e bağlı kanser olgularında artış görülmemiştir.’ Derken, 1991 yılında yayınlanan uluslar arası makalede Çocukluk çağı Troid kanserlerinde Ukrayna’da 30, Beyaz Rusya’da 60 kez artış olduğunu bildiriyor, bir başka yayında anencefali vakalarında artışa dikkat çekiyordu.

Sorumsuz yetkililerin insan sağlığını hiçe sayan iradeleri nedeniyle binlerce insanın ve bebeğin geleceği riske atıldı. Kazım Koyuncu Çernobil’in bilinen uzak kurbanlarından biriydi, ya diğerleri?, adını bilmediklerimiz…!

Sevgili Tomris Hanım, Doğu Karadeniz’de gördüğümüz güzelliklerin yeni facialarla yok olmaması, çevreye ve insana daha duyarlı ve saygılı yönetimler dileğiyle tüm Çernobil kurbanlarını saygıyla anıyorum. Dostlukla…
Nisan 2006

TOMRİS HANIMA MEKTUPLAR - 3

BİR YALNIZLIKTIR DOĞU

Sevgili Tomris Hanım,

Eylül ayının başlarında oğlumuzu yaz okulu için Londra’ya yolcu etmek için eşimle birlikte Adnan Menderes Hava Limanına gitmiştik. İşlemlerimizi yaptırıp oğlumuzu son güvenlikten de geçirdikten sonra yolcuları uçağa almalarını bekliyorduk. Eşimin güneş gözlükleri gözünde biliyorum ki arkasında göstermek istemediği sessiz gözyaşları var. Hemen yanımızda anne baba, nine, dede ve kardeşlerden oluşan bir grup boğazlarında düğümlenen hıçkırık, gözlerinde gözyaşlarını saklayan ayrılığın hüzünlü gülümsemesiyle onlarda oğullarını yolcu ediyorlar. Belki askere belki göreve ama belli ki gurbete.
Bu tablo beni yirmi üç yıl geriye götürdü. Tıp Fakültesinden yeni mezun olmuş, 12 Eylül yönetiminin getirdiği Mecburi Hizmet Yasasına yakalanan ikinci kuşak olarak Ağustos ayında kuramızı çekmiştik. Kars ili Susuz İlçesi Yolboyu Köyü Sağlık Ocağı. Yine böyle bir eylül ayında valizimizi, yatak yorgandan oluşan dengimizi yüklenip yola çıkmak için otogara gelmiştik. Serhat Kars otobüsüne valizimizi ve dengimizi yerleştirdikten sonra biz e böyle anne babalar dedeler nineler, kardeşler bir haftalık eşim ve onun ailesi kalabalık bir grup halinde otobüsün hareket saatini beklemiş, otobüs hareket edinceye kadar gözyaşları saklanmış, zorlama şakalarla, gülüşlerle ayrılığın hüznü ertelenmişti. Tekerlerin dönmesi ile beraber el salamların ardından gözyaşları serbest bırakılmıştı.
Ankara’dan sonrası bizim Egeye benzemeyen bir coğrafyada yol almış, gecenin ikisinde Yozgat Akdağmadeni’nde saçaklı çay ve tebeşire benzeyen kıtlama şekeri ile tanışmıştık. Bütün bir gece yol aldıktan sonra sabahın erken saatlerinde Palandöken dağının eteklerindeki Erzurum’a varmıştık. Ama hala uzun bir yolumuz vardı. Fıratın kolu Karasu kıyısını izleyerek kıvrıla kıvrıla yola devam ettik. Artık otobüste çalan müzikte değişmiş yerel sanatçıların, âşıkların kasetleri dönmeye başlamıştı. Karakurt kavşağından kuzeye dönüp Sarıkamış ve Selimi geçip Kars’a ulaştık. Otuz üç saat süren zorlu bir yolculuktan sonra Kars’a varmıştık ama hedefe daha varmamıştık. Sağlık Müdürlüğünde işlemlerimi yaptırıp göreve başlama yazımı alıp, yirmi beş kilometre uzaktaki Susuz’a ulaştık. Yol boyun’daki sağlık ocağının onarımda olması ve Susuz merkezde hekim olmaması nedeniyle kaymakamın isteği ile bir buçuk ay görev yapacağım Susuz’da göreve başladım. Yaklaşık bir buçuk ay sonra da üç yılımın geçeceği Yolboyu köyüne geçtim. Suyu olmayan, en ufak rüzgârda elektrikleri kesilen, kış aylarında yaktığım kömür sobası kor aleve dönmesine rağmen oda sıcaklığının altı, yedi derecenin üzerine çıkmadığı, tuvaletin donduğu bu köyde üç yılımı geçirdim.
Bir yalnızlıktır doğu. Soğuk karanlık bir gece çökünce zaman geçmek bilmez. Bir haftalık gazeteleri evirir çevirirsin, açar kitaplar okursun, uyursun uyanırsın yine gece. Yalnızlık bir kat daha büyür kış gecelerinde. Gözlerin takılır kalır karanlığa.
Batı bir özlemdir doğuda. Batıyı düşlediğinde, hele sevdiklerinde uzaktaysa özlem büyür, hüzün olur, duygu olur coşar, yüreğinden süzülür kalemine…

El ayak çekilince kısa ikindilerden,
Kalıverince bir başıma kara geceyle,
Bir bardak çayın paylaştığı yalnızlığımda,
Ya aynalarla konuşurum ya da resminle.

Evet , Sevgili Tomris Hanım, böyle şiirler yazdırsa da geriye dönüp baktığımda Kars’ta geçen üç yılım için hiç pişmanlık duymuyorum.
Dostlukla.

TOMRİS HANIMA MEKTUPLAR - 2

AİLE HEKİMLİĞİ ÜZERİNE

Sevgili Tomris Hanım,

Size daha aydınlık, daha umut dolu, daha neşeli mektuplar yazmayı ve güzel konuları sizinle paylaşmak isterdim. Ancak, gelin görün ki ülkemizde güzel şeyler olmuyor. Ve ne yazık ki bunları sizinle paylaşmak zorunda kalıyorum.
Hatırlarsınız, daha önceki bir mektubumda köy enstitüleri ve ülkemizdeki eğitim sistemi daha doğrusu ülkemiz gerçeklerine uygun bir sistemin önce yozlaştırılmasını daha sonrada çökertilmesini sizinle paylaşmıştım. Bugünkü konumda buna yakın bir konu. Ülkemizin bir diğer ciddi sorunu Sağlık Sistemi. 1960 lı yıllarda geliştirilen ve 1961 te uygulamaya konulan Dr. Nusret FİŞEK Hocamızın hazırladığı 224 sayılı sosyalizasyon yasası koruyucu hekimliği temel almış ve bağlamda tüm ülke genelinde 3000 kişiye bir sağlık ocağı ve 1000 kişiye sağlık evi olacak şekilde yapılanma planlanmıştır. Böylelikle ülkenin en ücra köşesine bile sağlık hizmeti gidecek, sitem tüm nüfusu kapsayacak ve insanlar hastalanmadan koruyucu sağlık hizmetini alabilecek, birinci basamakta tedavisi yapılabilecek, ileri tetkik ve tedavi gerektiren rahatsızlıklarda sevk zinciri ile 2.. ve 3. basamak sağlık kuruluşlarına sevk edilerek tedavileri sağlanacaktı. Yasa incelendiğinde görüleceği üzere aynı Köy Enstitülerinde olduğu gibi ülkemiz gerçekleriyle birebir örtüşen bir sağlık sistemini öngörmekteydi. Ancak süreç izlendiğinde bu sisteminde iktidar olan hükümetler tarafından savsaklandığı, işletilmediği ve yozlaştırıldığı görülecektir. Süreç içinde 12 Eylül’ün getirdiği zorunlu hizmet yasası dışında köy sağlık ocaklarına hekimin gitmesi için özendirici sosyoekonomik altyapı hazırlanmamış ve sağlık ocakları teknik alt yapı konusunda teknolojiyi takip edilememiş, yeni mezun genç pratisyen hekimler yasa zoru ile suyu, elektriği ve yolu olmayan köy sağlık ocaklarında stetoskop ve tansiyon aleti ile hekimlik yapmaya mecbur bırakılmıştır..
1980 sonrası ÖZAL hükümetleri döneminde IMF nin dayatmaları ile Aile Hekimliği sistemi gündeme getirilmiş ve sağlık ocaklarına ve koruyucu birinci basamak sağlık hizmetleri sistemine her türlü destek çekilmiş, bütçeden sadece personel giderlerine yetecek pay ayrılmış ve sistem çökmeye terkedilmiştir O tarihten günümüze sağlık ocakları idealist genç hekimlerin özverili çabaları ile varlığını sürdürmüştür ve sürdürmeye devam etmektedir. Ancak geçtiğimiz yıl İzmit’te ve bu yıl da İzmir’de pilot bölge olarak uygulamaya geçilen aile hekimliği uygulaması ile sağlık ocaklarının kapanması ve koruyucu sağlık hizmetlerinin sonu gelmiş görünmektedir. Herkese ulaşan ücretsiz sağlık hizmetinin yerini bir anlamda sağlık ocaklarının işletmeye dönüştürülmesini amaçlayan ve hastayı müşteri olarak gören, karlı işlemeyen aile hekimliği muayenelerinin kapatılacağı kar ve para kazanma eksenli bir sisteme geçilecektir. Hekimler birbirinden hasta – müşteri kapma, tıp merkezleri ile hasta sevki – komisyon ilişkileri gibi etik olmayan uygulamalarla karşı karşıya kalacak ve deontoloji ayaklar aylına alınacaktır.
Yunanistan, ispanya gibi Avrupa ülkelerinde terk edilen ve İngiltere gibi kapitalist bir ülkede bile güçlükle yürütülen ve vazgeçilmek üzere olan bir sistem ülkemize dayatılmaktadır. Ülkemiz gerçekleri ile hiç bağdaşmayan bu sistem zaten sorunlu olan sağlık sistemimizin ve koruyucu temel sağlık hizmetlerinin çökmesine neden olacaktır
Daha güzel günlerde, daha güzel konuları paylaşmak dileği ile.. Dostlukla

TOMRİS HANIMA MEKTUPLAR -1

EMEKLİLİK TADINDA BİR YAZI…


Sevgili Tomris Hanım,

Gerek hastanedeki cumartesi nöbetim, gerek “ Laik Cumhuriyete Sahip Çık” mitingine katılmam gerek Anneler Günü nedeniyle geçen hafta gidemediğim sığınağıma meteorolojinin şiddetli yağış uyarısına rağmen kaçmaya karar verdim.

Sabah meteorolojinin öngördüğü gibi yağmurla birlikte evden çıktık. Karapınar’da balıkçı dostum Hukuk Fakültesinden terk Erdal’dan balığımızı alıp Kaynarpınar İnecik köyündeki evimize ulaştık. Karşımızdaki çam ormanının önünden yağmur perde perde geçiyordu. Hemen koltuğuma yerleştim, bilgisayarımı açıp müziğim dosyasından Norah Jones’u açtım. Eşim Neskafeyi hazırlayıp getirene dek yağmuru izledim. Meteorolojinin dediği gibi şiddetli olmasa da bulut bulut yağıyordu. Bu manzarayı izlemek bile insana dinginlik veriyor. Neskafemle birlikte Attila İlhan’ın “O Sarışın Kurt” adlı görsel romanını kaldığım yerden okumaya başladım. Arada gözlerim yorulunca ya da kitapta tasvir edileni gözümde canlandırmak için ara veriyor ve halen devam eden yağmuru seyrediyordum.

Akşamüzerine doğru yağmur kesildi. Evin sırtından vuran güneş huzmeleri tertemiz doğayı aydınlattı. Yağmurun yıkadığı gökyüzünden sonra her şey daha net gözüküyordu. Kitabı bırakıp bahçeye indim. Mis gibi yağmur, ıslak toprak ve ot kokusu ile karışan iğde kokusunu içime çekip bahçeyi gözden geçirmeye başladım. Onbeş gün önce diktiğim domates ve biber fidelerinde hiç kayıp yoktu, yediveren limon ağacımda iki üç tane yeni limon gördüm, yeni dünya ağacım bu sene ilk kez meyve veriyordu, üzeri kümeler haline kayısı büyüklüğünde ve sarılığında meyve doluydu. Hemen en olgun gözüken birini koparıp tadına baktım. Hımm, etli sulu ve mayhoştu. Yediveren incirinde de incirler epey büyümüş yaprakların altına saklanmışlardı. Bir aya kalmaz onunda tadına bakarız. Ayvamın üzeri yine yüklü, zeytin ağaçlarım bol çiçekte… Bu sene zeytin bol olacak. Geçen yıl tek bir tane meyve veren vişnemin üzerinde bu kez daha çok meyve var. İtalyan eriğimin meyveleri de ceviz büyüklüğüne gelmiş ve bayağı çok. Asmam geçen yıl bol salkım yapmasına rağmen ilaçlayamadığım için külleme yapmış hiç üzüm alamamıştım. Bu yıl kükürdünü aksatmadım, umarım bu yıl üzümünü yiyebiliriz. Ocağın arkasına diktiğim asma gülü de çiçeğe kesmiş. Hemen yanındaki Ortancam mor-beyaz ebruli çiçekte…

Güneş ışığı iyice yatmaya başladı, ormanın yeşilinin tonu bile değişti. Bu da artık mangal vakti geliyor demektir. Mangalı hazırlayıp ateşe veriyorum Burada yellemeğe gerek yok rüzgâr o işi yapıyor. İyi geçinirsen doğa da sana her konuda yardım ediyor. Mangal kıvamına gelene kadar peynirimizi dilimleyip şarabımızı açıyoruz. Yağmurun dinmesi ve akşam güneşiyle birlikte onlarca küçük ötücü kuşta konserine başlıyor.

Kıvamında pişmiş balıklar, tadında bir şarap, arkada Ayten Alpman şarkılarına eşlik eden ötücü kuşlar korosu ve akşamın hafif ürperten serinliği… Mutluluk ve huzur bu olsa gerek.

Evet, Sevgili Tomris Hanım, korkarım, beni bu güzel havalar emekli edecek.

Sevgiyle, hoşça kal.