11 Aralık 2009 Cuma

TOMRİS HANIMA MEKTUPLAR - 28

HAZANDA ÖLMEK YA DA BİR KÖYÜN BİR NESLİNİN DEĞİŞİMİNE TANIK OLMAK
Dingin bir sabaha uyandım. Yüzümü yıkayıp bahçeye çıktım. Som bir sessizlik ve huzur hâkimdi havaya. Yeni doğmakta olan güneş pus perdesini yırtmaya çalışmakta ama henüz güçsüz. Kalın bir tül perde gibi pusun ardından yumuşak bir ışık kaplıyor çevremi. Ayırtını yapamadığım bir iklimde hava; insanı ısıtan tatlı bir sıcaklık mı yoksa insanı serinleten tatlı bir serinlik mi? Uzaklarda Eğlenhoca’nın pus ardındaki zeytinlerinin arasından ince bir duman tütmekte.
Sonbaharın renklerine boyanmış şeftali ve yediveren incir ağacının zamanı dolan yaprakları birer birer düşmekte toprağa. Toprağa ulaşan her yaprağın çıtırtısı ayrı ayrı duyulmakta som sessizlikte. Arada bir hafif bir esinti dökülen yaprakları bir hışırtı ile önüne katıp sürüklemekte…
Karşımda, değirmen tepeyi kaplayan çamların arasından bir hüthüt ötmede arada, bir başka hüthütte ona cevap vermekte. Her tarafta som bir sessizlik ve dingin bir huzur hakim.
Sessizliği cami hoparlörünün cızırtısı bozuyor. Hocanın sabah mahmuru sesi, sessizliği bozuyor.
- Essalatü….
Çocukluğumdan beri her salayı hüzünle dinlerim. Hele mevsim hazansa daha bir yoğun olur hüzün. Çocukluğumdan beri her salayı sonuna kadar dinlerim. Çünkü hoca sonunda söyler kimin öldüğünü. Bu kez sonunu beklemedim ama, çünkü sonunu biliyordum. Cemal Ağa’nın selasıydı büyük ihtimal. Daha dün akşam konuşmuştuk köy kahvesinde Yüksel abiyle, İltan Abiyle. Bir süredir hastaymış, yoğun bakımdaymış, görenler durumu ağır, hastaneden çıkmayabilir diyorlarmış.
Sala bitti, doğruymuş, vefat eden Cemal Ağaymış.
Bir köyün bir neslinin değişimine tanık oluyoruz burada. Önce Tıratacı Mehmet Dede, ardından doksanında zona çıkarınca duyduğu acıya rağmen terliğini sürüyerek zeytine giden “- tam yaşayacağım zaman bu illet yakaladı.” Diyen Fatma Nineyi, daha sonra Fatma Ninenin kızı Perihan Teyzeyi, onun ardından Mehmet Amcayı toprağa verdik. Yaş ortalaması yetmişin üzerindeki İnecik Köyünde bir nesil değişiyor.
Cenaze musalla taşında. Cami avlusunda yoğun bir yeis. Birisi sesleniyor hacı takkeli kara sakallı bir ihtiyara “- Hacı dayı kime takılacan bakalım artık.”, bir diğeri yekdiğerine soruyor “ – sekseninde var mıydı?” , Yekdiğeri hesap yapıyor, “- Yirmiikiliydi rahmetli eh hesaba vurursan seksen yedi oluyor.”
Hoca efendi çıkıyor camiden; cemaate sesleniyor.
“ – cemaat saf tutalım”
Uyduk imama erkişi niyetine. Namaz bitiyor, hoca efendi soruyor cemaate:
“- Merhumu nasıl bilirdiniz?”
Herkes yek cevap
“- iyi bilirdik”
Hakkınızı helal ediyor musunuz?
Yek cevap
“- Helal olsun “
Hazan da kabullenmek kolay ölümü, sararan yapraklar bir bir düşerken toprağa hele ölen de sonbaharındaysa yaşamın; hazanda kabullenmek kolay ölümü

TOMRİS HANIMA MEKTUPLAR - 27

SEVMEK ÜZERİNE

Bir süre önce internette takip ettiğim bir sitede “Sevmek nedir? “ diye bir forum başlığı açıldı. Değişik görüşler yazıldı çizildi. Kimisi eften püften, genel geçer satırlardı, kimileri daha ciddiye alan yazılardı. Örnek;

“...öyle kolay mı herkese seni seviyorum demek...Bence sevmek karşındaki insanı sıkmak boğmak değil ona saygı duymaktır. Sevmek güvenmek güvendiğini karşındaki insana hissettirmektir. Neden anlamayız birbirimizi neden kusurlarımızla birlikte sevmeyiz anlamıyorum. Bana göre sevmek sevdiğimizi "bize göre kusur sayılan "her şeyiyle kabul etmektir. “

“Sevmek, karşındaki insana ya da her hangi bir şeye kendini teslim etmektir.”

Bir katılımcı da yıllar öncesinde, üniversite yıllarında kalan, şimdi ismini bile hatırlamadığı sevgilisinin doğum gününde verdiği hediyenin içinden çıkan ve bugüne kadar sakladığı satırları alıntılamış.
“sevmek, farkında olmaksa yaşadığının…
Sevmek. Bakmak değil görmekse eğer…
Aklın baştan gitmesi değil,
Duymak ve bilmekse eşit olarak…
Yemeden, içmeden kesilmeden
Çoğalmaksa sevmek eksilmeden.
Çağına tanıklık ederek
Ve kahrolmadan arabeske inat,
İçi içine sığmamaksa…
Bir coşku, bir şenlik, bir erdemse sevmek…
İnsanları, kuşları, çocukları unutmadan
Şarkı söylemekse sarhoş olmadan.
Verem olmamaksa sevmek senin aşkından…
Daha sağlam basıyorum toprağıma.
Unutmak, şaşkınlık, azap değilse
Bilinç, öğreti ve sevinçse
Paylaşılan bir ekmek gibiyse sevgi…
Seni seviyorum. “
Bence, bu alıntı benim anladığım anlamda sevgiye yanıt vermiş.Saygı, psikolojik açılımında sevgi + korku, iki komponent içerir. O nedenle Anne, baba, öğretmen, amirimize saygımız vardır. Yani onları hem severiz hem de onlardan korkarız. Ama bir diğer insana, çiçeğe ya da hayvana duyduğumuz sevgidir, -kaybetme- dışında korkuyu içermez, karşılıksızdır, çıkarsızdır, koşulsuzdur. Tabii ki karşılıklı olursa tadından yenmez.Aşk ile sevgi farklı duygulardır. Aşk içinde ihtirası barındırır, ayakları yere basmaz, gözü karadır. Sevgi ise, daha sağlam, ayakları yere basan, aklıselim bir duygudur. Aşkla başlayan evlilikler, bir süre sonra (5-10 yıl, ortalama 8 yıl) aşk bitince; eğer bu süreç içinde sevgi geliştiyse uzun yıllara varan, gümüş ve elmas yıllara uzanabiliyor. Eğer sevgi yoksa aşk bitince evlilikte bitiyor.Sevgi, teslimiyet değildir hiçbir zaman. Sevgi tam tersine kişiliğini yitirmemektir. Karşındakini kişiliğinle ve kişiliğiyle sevmektir.Sevgi sadece sözcüklerle ifade etmekte değildir. Elbet zaman zaman bunu karşımızdakine dillendirmek güzel olabilir ama altı boş sözcükler bir süre sonra anlamını ve değerini yitiriyor. Ona ya da onlara ( kastım diğer canlılardır, çiçekler, hayvanlar vb) sevgimizi davranışlarımızla, vücut dilimizle, gözlerimizle anlatabilirsek, bu; sözcüklere göre da gerçek, daha samimi daha anlamlı geliyor bana.Siz ne dersiniz?

TOMRİS HANIMA MEKTUPLAR - 26

YAŞAM SEVİNCİ ÜZERİNE

Sevgili Tomris Hanım,

Dün gece uzun yemek masasında karşımda oturuyordunuz. Yüzünüzdeki dolunay ışıltısı ve gri- yeşil gözlerinizdeki yaşam coşkusu ve neşe beni yıllarca geriye götürdü.
1982 yılının yazıydı. Mezun olmadan bir önceki yaz. Zorunlu hizmet yasası yeni çıkmış ve ilk olarak 1982 mezunları Anadolu’nun yolunu tutmuşlardı. Ve onlardan gelen haberler iç karartıcıydı. Erkeklerin çoğu yolu, suyu hatta elektriği olmayan köy sağlık ocaklarındaydılar.
Bir yıl sonra aynı kader bizi bekliyordu. Bu son yazımızı iyi değerlendirmeliydik.
Ağustos ayının son günlerinde sırt çantamızı hazırladık, çadırımızı yüklendik ve Üçkuyulardan bizi alacak kamyonu beklemeye koyulduk. Arkadaşım Fikret’in eniştesi Karaburun ilçesinin Parlak Köyünde Tarım Kredi Kooperatifinin müdürlüğünü yapmaktaydı.
Kababurunun ve Badem bükünün doğal güzelliğini ve bakirliğini anlata anlata bitiremiyordu.
Biz de tam zamanıdır diye Nazım Eniştenin İzmir’e malzeme almaya gelmesini fırsat bilerek çadırımızı, sırt çantamızı kamyona atıp, yolara vurduk.
Bugün Badem Büküne çadırımızı kurduğumuzun ikinci günü. Gecenin ilerlemiş saatleri. Günün tüm yorgunluğuna rağmen uykum yok, uyku tulumunda sırtüstü uzanmış gökyüzünü ve yıldızları seyrediyorum. Gökyüzünü hiç bu kadar net, yıldızlarıda bu kadar çok ve yakın görmemiştim. Milyonlarca göz kırpan minik kandil gibiydiler Gecenin sessizliğinde yalnızca dalgaların geniş kumsalı okşayan sesi ve dalgalarla yuvarlanan minik çakıl taşlarının sesi ile otları yiyen çekirgelerin çıtırtıları duyuluyordu. Her şey ve her yer huzur doluydu.
Benim kafamın içi ise huzursuzdu. Sabah erken saatlerde çevreyi keşfe çıktık, cami zeytinlerinin aralarından tepeye doğru tırmanmaya başladık. Hedefimiz 1922 yılında Rumların terk ettiği Sazak Köyü idi. Yol, iz kalmadığı için kendi çizdiğimiz ve doğanın bize gösterdiği yolu izliyorduk. Zaman zaman keçilerin bile tırmanmakta zorlanacağı yamaçların teraslandığını ve muntazam aralarla dikilmiş bağ kütüklerini görüyorduk İnsanlar yürümenin ve tırmanmanın bile neredeyse imkansız olduğu yerlere bağ dikmişler, eşeklerle buralara su taşıyıp sulamışlar üzüm yetiştirmişler, bu üzümlerden şarap yapmışlar, bağbozumlarında ve düğünlerinde içip, şarkılar söyleyip dans etmişler.. Muhtemel ki onların yüzü de seninki gibi ışıldıyordu ve gözleri yaşam coşkusu ile çakmak çakmaktı.
Oysa dün köyde gördüğüm yanık tenli kavruk yüzlü insanların gözlerinde bu neşe bu parıltı yoktu. Sanki bir şey gözlerindeki feri almış yerine hüznü ve bıkkınlığı koymuştu. Bir beklentileri yoktu yaşamdan. Günlük gailelerle boğuşuyorlar ve zamanı tüketiyorlardı. Bu bıkkınlıkla verimli bağları bile kaderine terk etmişlerdi. Ne olmuştu bu insanlara?
Bir yıl sonra Kars’ın Susuz ilçesi Yolboyu köyüne zorunlu hizmete giderken yanımda hüzün ve bıkkınlık yerine, o imkânsız sanılan yamaçlara bağ diken, üzüm ve şarap üreten insanların coşkusunu ve yaşam sevincini götürdüm ve valizimde nice güzel anılar ve dostluklarla geri döndüm.
İşte Tomris Hanım, dün gece senin gözlerinde gördüğüm pırıltılar beni yıllar öncesinin anılarına ve duygularına taşıdı. Dostlukla. Şubat 2006

TOMRİS HANIMA MEKTUPLAR - 25

THE LONG HOT SUMMER (*)


Sevgili Tomris Hanım,

Televizyonun tek kanal ve siyah beyaz olduğu dönemde oynayan bir TV dizisiydi, The long hot summer. Konusunu şu an tam olarak hatırlamıyorum ama bas bariton bir sesin söylediği şarkısı hala kulaklarımda ve bana sıcak romantik yaz gecelerini anımsatıyor.

Ama sanırım yaşadığımız bu yazdan sonra bu şarkı bendeki anlamını yitirecek…

Gerçek anlamda zorlu, uzun, susuz ve sıcak bir yaz yaşıyoruz.
Küresel ısınma denen felaketin ön habercisi yağışsız bir kış mevsimin ardından, mevsim normallerinin 3 – 4 derece üzerinde olan çok sıcak, barajların doluluk hacminin % 20 lere ve daha aşağısına düştüğü, ürünün tarlada yandığı, orman yangınlarıyla ciğerlerimizin yandığı bir yaz yaşıyoruz.

Doğal gaz çalışmaları nedeniyle ara sokaklardan ana caddelere kadar kazılan ve kapatılmayan hendekler dolayısı ile toz toprak içinde bir yaz yaşıyoruz.

Metro ve alt geçit çalışmaları nedeniyle yolların kapatıldığı, değişen güzergâhlar ve yoğunlaşan trafik nedeniyle yirmi dakikada ulaştığımız işyerine bir saatte ulaşamadığımız ve sinirlerimizi zorlayan bir yaz yaşıyoruz.

Hastanemizdeki güçlendirme ve yenilenme nedeniyle bir enkaz yığını ve toz toprak içinde, ağustos böceği seslerinin yerini kompresör seslerinin aldığı zorlu bir yaz yaşıyoruz.

Cumhurbaşkanını seçememiş bir meclisin ardından yaz ortasında önümüze konulan ve sonu sürprizlerle dolu bir seçim, siyasi tansiyonun giderek yükseldiği bir yaz yaşıyoruz.

Bilgi ve iletişim çağında yaptıkları sınavların sonuçlarını doğru dürüst değerlendiremeyen kurumların yarattığı OKS ve ÖSS kaosu ile çocuklarımızın geleceğini belirsizleştiren bir yaz yaşıyoruz.

Evet, Sevgili Tomris Hanım, bu kadar zorlu, sıcak ve uzun bir yaz yaşarken o şarkı bendeki romantik anlamını yitiriyor. Ve sadece uzun, sıcak, susuz ve zorlu bir yazı çağrıştırıyor.
Dostlukla kal.

(*) Değerli dostum Dr. Taşkın ALTAY’A

TOMRİS HANIMA MEKTUPLAR - 24

TOMRİS HANIMA MEKTUPLAR
O’ NU ANLAMAK
O’nu anlamadık Sevgili Tomris Hocam,
O’nu anlatamadık da.
Üst üste savaşlardan çıkmış, yorgun, yılgın, yoksul ve cahil bırakılmış milletin anlamasını da bekleyemezdik zaten. Biz anlatmalıydık.
Kanla irfanla kurulmuş bir Cumhuriyeti, bu Cumhuriyetin erdemlerini, muasır medeniyetler seviyesine çıkmanın gerekliliğini O, birebir anlatmaya çalıştı halkına. Ta ki 1938 yılının 10 Kasımına kadar.
Ama sonrasında biz anlatamadık O’nu, O’nun ideallerini.
Önce elit/bürokratik kadrolar uzaklaştı halktan. Halkın değerlerini, beklentilerini anlayamadılar. Sonra Yakup Kadri’nin Yaban’ındaki gibi sarıklı, ak saçlı, aksakallı hocalar girdi kutsal korkularına, cehennemi gösterdiler.
O’nun mirasçıları tabandan gelmeyen bir devrimi anlatamadılar.
14 Mayıs 1950 seçimleri, kuşkusuz, büyük bir halk hareketiydi. Halk kendi kaderine sahip çıkmış ve elit/bürokrat iktidarına son vermişti. İktidara karşı oy veren halk, Cumhuriyet’e ve onun devrimlerine karşı oy vermemiştir. Ancak, seçimin galibi, halkın iradesini, planlı bir şekilde, Cumhuriyet devrimlerine karşı yönlendirme politikası uygulamıştı. O’nu anlamadık. Yalnızca andık O’nu.
O, memleket meselelerini tartışırken bile akşamları bir kadeh rakısını içerdi; biz yıllarca 10 Kasımlarda meyhaneleri kapattık.
O, Safiye Ayla’yı dinlerdi, Rumeli türkülerini söylerdi; biz yıllarca 10 Kasımlarda gazinoları kapattık.
O, “Sanatsız kalmış toplumun yaşam damarlarından biri kesilmiş demektir.” Derdi; biz yıllarca 10 Kasımlarda Operaları, Sinemaları kapattık.
O, “ Beni görmek behemehal yüzümü görmek demek değildir…” derdi biz yıllarca 10 Kasımlarda her köy meydanına, her okul bahçesine, hastane koridorlarına O’nun büstünü diktik, kasımpatılarıyla süsledik, Ata yakalı, kolalı gömlekler giyip nutuklar attık.
O’nu andığımızı, O’nu anladığımızı sandık. Ama O’nun istediği “…Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir.” Sözündeki kadar basitti.
O’nu anlamadığımız gibi devrimlerine karşı girişilen karşı devrimleri de anlamadık.
Artık O’nu anlamanın ve anlatmanın yolu, halkımızın bir diğer kutsalı şehitlerimize sığınmak, onlardan yardım istemek. Onlar ki bu Cumhuriyeti kurmak için O’nunla beraber ateşe göğüslerini siper ettiler.

Onlar ki Kuvay-ı milliye şehitleri
Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri,
mezardan çıkmanın vaktidir!
Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri,
Sakarya'da, İnönü'nde, Afyon'dakiler
Dumlupınar'dakiler de elbet
ve de Aydın'da, Antep'te vurulup düşenler,
siz toprak altında ulu köklerimizsiniz
yatarsınız al kanlar içinde.
Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri,
siz toprak altında derin uykudayken
düşmanı çağırdılar,
satıldık, uyanın!
Biz toprak üstünde derin uykulardayız,
kalkıp uyandırın bizi!
uyandırın bizi!
Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri,
mezardan çıkmanın vaktidir!
Nazım, 1959

TOMRİS HANIMA MEKTUPLAR - 23

KURBAN ÜZERİNE


Sevgili Tomris Hanım,
Çocukluğumun bir dönemi Agora’nın bulunduğu Namazgâh semtinde geçti. İlkokul ikinci sınıfa kadar Agora, Dönertaş, Tilkilik, Patlıcancı yokuşu ve Mumcu sokaklarında koşturdum. Daracık dik yokuşlar ve iki katlı eski Rum ve Türk evlerinden oluşan bir semtti. Müstakil evlerdeki yaşamdan dolayı komşuluklar ve dostluklar bir başkaydı. Acılar ve sevinçler ortak yaşanırdı. Bayramlarda öyle… Bayramlar bir başka gelirdi bizim mahallemize. Evlerin dışı ve içi boyanır, temizlikler yapılır, kapı önleri çalı süpürgelerle pırıl pırıl yıkanırdı.

Kurban Bayramları daha bir telaşlı geçerdi. Evlerin bahçelerinde kurbanlıkların bağlanacağı yerler hazırlanır, otu, yemi alınır, su kapları hazırlanırdı. Bayram namazının bitimine kadar kurbanlıklara özenle bakılır ve adeta misafir muamelesi yapılırdı.
Günler öncesinden kurbanlık koyun sürüleri gevrek melemeleri ile Pazaryerindeki yerlerini alır, havayı ot ve koyunların o kendine özgü kokusu sarardı. O postlarına rengârenk boyalar sürülmüş koyunların arasında gezinmek ayrı bir keyifti. Bayram namazının ardından herkesi bir telaş sarar, bahçelerde kurbanın kanının akıtılacağı çukurlar kazılır, bıçaklar bilenir, yüzmek için kurbanın asılacağı çengeller hazırlanır, kasap veya işin ehli olan yetişkinler tarafından tekbir sesleri arasında bir tören havasında kurbanlar kesilirdi. Kan kokan bu telaşın ardından mahalleyi keskin bir kavurma kokusu sarardı. Akşama doğru havadaki koku yine değişir ve parkın köşesindeki kömürcünün yanına yerleşmiş tütsücü bir yandan ayağı ile ateşi körükler diğer yandan yüzülmüş boynuzları kırılmış kelleri sırayla tütsülerken çıkan koku havayı doldururdu. Diğer bir köşede Türk Hava Kurumunun gün boyu topladığı deriler tuzlanırken onun hemen yanında barsakları toplayanlar içlerini temizleyerek kangal halinde bir köşeye yığarlardı. Her şey kurbana ve birbirine saygılı bir şekilde bir tören havasında geçerdi. Erken inen akşamla birlikte herkes evine çekilirdi.

Müstakil, bahçeli evlerin yerini çok katlı apartmanlar aldıktan, parkların yerine beton atılıp otoparklar yapıldıktan sonra ve ucuzcu ve kolaycı günübirlik yaşam tarzı hâkim olduktan sonra, nemelazımcılık ve bencilliğin ön plana çıkmasıyla kısacası 1980’lerden sonra Kurban Bayramlarının anlamı ve törenselliği kayboldu artık. Ritüeller ve kurbana saygı ortadan kalktı. Kutsal olması gereken kurban kanı oluk oluk asfalt yollarda ayaklar, otomobil tekerleri altında akıyor. İşi bilmeyen sözde kasaplar tarafından hiçbir dini ritüel uygulanmadan ve baştan savma bir şekilde kurbanlar birbirinin gözü önünde adeta işkence yapılarak kesiliyor. İşkembeleri, barsakları, sakatatları gelişigüzel çöp bidonlarına ya da kaldırım kenarlarına atılıveriyor. Esası varlıklı ile yoksul arasındaki sosyal dayanışma olan kurban eti ya al gülüm ver gülüm şeklinde dağıtılıyor ya da hiç dağıtılmadan buzdolabına kaldırılıyor. Hac sırasında kutsal topraklarda kesilen binlerce kurban saklama koşullarının yeterli olmaması nedeniyle Afrika’da onlarca insan açlıktan ölürken telef edilip toprağa gömülüyor.
Evet Sevgili Tomris Hanım, her geçen gün anlamından ve amacından uzaklaşan ve sosyal ve dini bir ritüel olmaktan çıkıp katliama dönüşen Kurban Bayramlarına bakıp ‘-Nerede o eski bayramlar ‘ demekten başka bir şey gelmiyor elimden.

Kurban Bayramın kutlu olsun. Dostlukla.

TOMRİS HANIMA MEKTUPLAR - 22

KÖTÜ RUH

Sevgili Tomris Hanım,

Aslında onlara daha önce de rastladım. Mecburi hizmetimi yaptığım Kars’ın Susuz ilçesinde de, bu ilçenin köyü Uzunzaim’de de, askerliğimi yaptığım birlikte de, çalıştığım başka birimlerde de. Ama itiraf edeyim ki bu kadar dirençli ve saldırgan değillerdi.

Onlar, olumsuz şartlarda yoktan var etmek için çabalayan insanlara hep şüphe ile baktılar. Bu insanlara destek veren ve elini taşın altına koyan diğer insanları da yalakalıkla suçladılar.

Onlar mesleki ve insan ilişkilerindeki başarısızlıkları nedeniyle, bu ülke için hiçbir katma değer üretemediler. Katma değer üreten, başka insanlara iş ve ekmek olanağı sağlayan, kazancıyla vergisini veren insanlara hep hırsız damgası vurdular.

Onlar, aldıkları maaştan kesildiğini iddia ettikleri ama aslında hiçbir zaman ceplerine girmeden devletin sağ cebinden sol cebine koyduğu sanal vergilerle övündüler. Bu ülkede üretim yapmak için yatırım yapan, gelir vergisini, KDV sini, yanında çalıştırdığı işçinin stopajını ödeyerek devlet bütçesine gerçek anlamda katkıda bulunan girişimcileri vergi kaçakçısı, potansiyel hırsız gözüyle gördüler.

Sanki ülkede işsizlik oranını bilmiyormuş gibi çalışmayıp, üç kuruş aile yardımı alan ev hanımı eşleri ‘ Yan gelip yatmakla ‘ suçladılar.

Onlar daha ileri gidip sosyal devlet olmanın gereği evlenmemiş ve iş bulamamış kızlarımızın 25 yaşına kadar ebeveynlerinin sosyal güvenlik şemsiyesinden yararlanabilmelerini bile çok gördüler.

Onlar gericilikle mücadele için dinde reform ve aydınlanma yerine, Atatürkçülük ve Kemalizm arkasına saklanarak baskıcı rejimlerdeki gibi tek tip insan modeli yaratma yolunu seçtiler. Entelektüel ve aydın insanları sakalları 657 sayılı kanuna uymuyor diye idari otoriteye şikâyet ettiler.

Çevremize baktığımızda onları tanımak çok kolay. Hemen hemen hepsi kara kuru, kavruk, asık yüzlü insanlar. Onlara göre kavruk olmalarının nedeni Osmanlı’nın yılarca süren savaşlarda Anadolu insanını kullanmaları, babayiğit ve yakışıklıların savaşlarda yitip gitmeleri, geride de kel, kör ve topal bir neslin kalması. Oysaki bunun nedeni kalplerindeki ve beyinlerindeki kötü ruhun bedenlerinde tezahürü.

Çevrelerine hep ‘ Bizi niye kimse sevmiyor’ diye soruyorlar. Ama sadece soruyorlar! Cevabını bulmak için kibirlerinden dönüp aynaya bile bakmıyorlar. Biliyorlar ki aynaya baktıklarında oradaki suretleri ile de kavga edecekler.

Sevgili Tomris Hanım, tek tesellimiz sayılarının ve nesillerinin hızla azalması.
SEVGİYLE HOŞÇAKAL